Aralık 2024 Posts

Felsefî Gök Kubbemiz

 

Prof. Dr. İLHAN KUTLUER’in bu kitabından (İZ Yayıncılık: 1000, düşünce dizisi: 127) yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“İslâm felsefesinin neliği etrafındaki tartışmaların alacakaranlığına biraz ışık tutabilmek ve bu yönde zihinsel bir çerçeve teşkil etmek için son derece basit bir terminolojik şemaya müracaat edeceğiz: İslâm x Felsefe x Tarih. İslâm felsefesi tarihi alanına ismini veren üç terim. Bu terimleri uygun bir referans çerçevesi içinde yan yana getirebilmeyi ne ölçüde başarabilirsek, İslâm felsefesi tarihi çalışma alanını efrâdını câmi ağyârını mâni şekilde sınırlamamız ve bu istikamette önerilerde bulunmamız o derecede mümkün olacaktır.

(…) İslâm’ın iki anlamda kullanıldığı hatırlanmalıdır: Din olarak İslâm, medeniyet olarak İslam. Din olarak İslam ilahi kaynaklı, ilkeleri sâbit, tarih-ötesi ve evrensel olan Kur’an vahyinde ve onun nebevî örnekliğinde ifadesini bulur. Buna karşılık medeniyet olarak İslam, Müslümanların, esasları Kur’ân ve sünnet’te bulunan hakikat öğretisinin kurucu idealleri istikâmetinde ve zaman-mekân şartları içindeki yürüyüşünün tarihsel, beşerî ve birikimsel tezahürüdür. İslâm medeniyeti tarihinde ilmî faaliyet bir bakıma İslâm’ın bu iki anlamına uygun olarak iki bakış açısını gerekli kılmıştır. Bunlardan ilki din olarak İslam tasavvurundan hareket eden, onun temel metinlerini (nasslarını) mevzu, mebde ve mesele edinen, bu metinlerde ifadesini bulan itikad, ahlâk, hukuk ve ibâdet değerlerini hayata geçirmek gayesindeki şer’î ilimlerdir. Bunları tefsir, hadis, fıkıh ve kelam ilimleri şeklinde sayabiliriz. Tasavvufî bilgiye gelince, ‘marife’nin bir ilimler (ulûm) sisteminde metafizik ve/veya ahlâk öğretisi olarak mevki kazandığı her durumda, bazı klasik tasniflerde rastlandığı gibi tasavvufu da şer’î ilimlere eklemeliyiz. Elbette bu ilimler oluşum ve gelişimleri itibariyle tarihsel bir süreç içinde tedevvün etmiş, dînî esaslar, tarihsel problemler ve aklî deneyimlerin diyalojik ilişkisiyle kendi birikimlerini üretmişlerdir. Bununla birlikte temel mevzûu, referansı ve meselesi nass olduğu için metodolojik açıdan bu ilimler klasik gelenekte şer’î/ dînî/naklî/vaz’î sıfatlarıyla nitelenmiş olup günümüzde yaygınlaşan kullanımda ise İslâmî ilimler olarak anılmaktadırlar. Vâkız araştırma yöntemleri belli ve bu yüzden ilim adını almayı hak etmiş ilmî çalışma alanlarının hepsi özünde ‘İslâmî’dir, İslâmî bir değer taşır ancak ilimlerde şer’î olan/olmayan ayırımına gidilmiş olmasının metodolojik anlamı bu yazının konusu değildir..

Hamid Algar hakkında bilgi ve O’nun “Nakşibendîlik” isimli kitabının Önsöz’ü ile Birinci Bölümü’nden alıntılar

 

HAMİD ALGAR “1940 yılında İngiltere’nin güneybatısında doğdu. Lise tahsilini Londra’da tamamladı. 1961’de Cambridge Üniversitesi’nin Arap-Fars Filolojisi Bölümü’nden mezun oldu. Bir yıl kadar Tahran Üniversitesi’nde doktora derslerini izledikten sonra, Türkçe’yi hakkıyla öğrenmek maksadıyla İstanbul’a geçti. Nihayet 1963’te Cambridge’e dönerek doktora çalışmalarına başladı. 19. asır İran’ında ulemanın siyasi rolleri konusundaki tezini 1965 yılında tamamlayıp Kaliforniya Üniversitesi’nde Orta doğu Araştırmaları Bölümü’ne katıldı. Burada irfan, tefsir, Şîîlik, İran’da İslâm tarihi, Arap-Fars ve Türk tasavvufî edebiyatı, İslâm felsefesi gibi konularda ders verdi. İran, Türkiye, Bosna, Malezya ve Özbekistan gibi birçok ülkede hem ilmî kongrelere katıldı, hem araştırmalarını sürdürdü. Birçok dilde yayın yaptı. 2010’da emekli olup başta Nakşîlik tarihi ve bugünkü durumu olmak üzere çeşitli konular üzerinde yoğun şekilde çalışmağa yöneldi.”

“Yaklaşık otuz beş yıl önce, gençliğin verdiği enerji ve saflıkla, tarikatların belki en önemlisi olan Nakşibendîliğin ortaya çıkışı, İslâm dünyasında yayılmış olduğu bölgelerdeki tarihi, günümüzdeki konumu, âyin ve âdâbı, ilim-siyaset-edebiyat ve şiir âlemleri üzerindeki etkilerini içine alan uzun vadeli bir araştırma projesi tasarladım. Öğretim üyesi bulunduğum Kaliforniya Üniversitesi’nden bir yıllık izin alıp projemi gerçekleştirmeye başlamak niyetiyle arabayla Londra’dan yola çıktım. Uzun yolculuğumun ilk durağı Saraybosna, son durağıysa Delhi oldu. Bu, son derece verimli ve öğretici bir yolculuk oldu. Bosna, Türkiye, İran, Afganistan, Pakistan ve Hindistan’da tarîkatın mensupları ve meşâyihiyle tanışmak; faaliyette bulunan tekke ve hankâhları ziyaret edip zikir toplantılarına katılmak; tarîkata ait muhtelif dillerde yazılan kitap ve yazmaları toplamak; kütüphanelerdeki yazmaları ya istinsah etmek veya onların fotokopisini çıkarmak -bütün bunlar bana nasip oldu. İznimi takip eden yıllarda da fırsat buldukça tekrar tekrar yollara düşüp araştırmalarımı sürdürdüm; mesela Malezya’da Güneydoğu Asya Nakşibendîliğinin özelliklerini öğrenmek imkânına kavuştum.

“Kur’an nâzil olunca Allah insanlığın eline mükemmel toplumun formülünü verdi.”

 

İsmet Özel‘in İstiklal Marşı Derneği internet portalı İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında DAHA İYİ OLMANIN YOLU başlıklı, 14 Cemaziyelahir 1445 (27 Aralık 2023) tarihli yazısının (https:// www. istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel? Id) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Bir vatandaş, daha iyi bir vatandaş… Bir Müslüman, daha iyi bir Müslüman… İyi bir kimse, daha iyi bir kimse… Değerlendirmeyi kim yapacak? Hangi çağda bazı insanların arasından diğer insanları tasnif etmeğe yetkili biri çıkmış? Hükümdarlar, idareciler, tertipçiler var. Onların varlığı bazı toplumları yaşanılır kılıyor. Bazı toplumlar ise hükümdarları, idarecileri, tertipçileri yüzünden yaşaması çok güç şartlar altında tutuluyor.

Kur’an nâzil olunca Allah insanlığın eline mükemmel toplumun formulünü verdi.

“İnsanlar formulün kıymetini bildiler mi? Tarihte yaşananlara göz attığımız zaman bu sualin cevabının menfi olduğunu görürüz.

Hikmet: mü’minin yitiği

 

Felsefî gök kubbemiz (İZ Yayıncılık: 1000, düşünce dizisi: 127, İstanbul, 2017) isimli İlhan Kutluer‘in kitabından bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Böyle bir felsefe-bilim bağlamından söz etmek akademide felsefe, bilim, din ve dolayısıyla hikmet terimleri bir arada tartışıldığında nasıl bir kavramsal çerçeveye oturtulacaktır? Sonuncudan başlarsak, bilindiği gibi hikmet terimi, hem dinî hem de felsefî çağrışımlara sahiptir. Her şeyden önce Allah’ın isimlerinden biri ‘el-Hakîm’dir ve bizzat Allah’ın beyanında Kur’ân-ı Kerîm’in ‘Hakîm’ bir kitap olduğu bildirilmiştir (Yâsîn 36/2). Ayrıca çeşitli âyet ve hadislerde hikmet peygamberlere ve bazı seçkin ruhlara ‘verilmiş’ yüksek bir değer olarak anılmış (Özellikle bk. Bakara 2/269) ve farklı sahalarda uzman din bilginleri hikmeti ‘el- Kitab’ın anlamını doğru kavramak ve uygulamak şeklinde anlamışlardır. Dolayısıyla nebevî sünnet dinî anlamıyla hikmet olmaktadır. Bu genel anlayışın muhtevasında ‘el-Kitâb’ın teklif ettiği ve nebevî sünnette nihâî ifadesini bulan hayat tarzı, naslardan doğru hüküm çıkarmayı mümkün kılan usûl bilgisi, dinin hakikatine uygun bilgi ve davranışı kendisinde bütünleyen bilgelik, yüksek hakikatlerin derin anlamını idrak kapasitesi … vd gibi çeşitlemeler bulunduğu bilinmelidir.

“İçini Batı’nın doldurduğu dolmaları yutmamış bir tek İslâm Ülkesi var mı?”

 

KİMİN DÜNYASI başlıklı, 3 Cemaziyelahir 1446 (4 Aralık 2024) tarihli İsmet Özel’in yazısının (https:/www.istiklalmarsidernegi. org.tr) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Her şeyin bir yeri olmalı; her şey yerinde olmalı”. Bu cümlenin modern yapıya intibak etmeden önce feodalizmi yaşamış gayri-Müslim dünyada muhafazakârlığın temel şiarı olduğu söylenir. Aynı cümlenin Dünya Sistemi’nin önce Avrupa’da şekillenmesi ve akabinde kemikleşmesi gözönüne alındığında öğretici olduğunu da keşfedebiliriz.

Eğer ona medeniyet diyeceksek yapıntı (gerçek olmayan, gerçekmiş gibi düşünülen, tasnî) bir medeniyetin hâkimiyeti altında yaşıyoruz. Modern dünya bir yapıntıdır. Derme çatmalığı sebebiyle yıkılma korkusu çeken bir dünyada yaşamaktayız. “En iyi müdafaa hücumdur” hükmüne sıkı bağlılığıyla Batı’ya bir yapı kazandıran ülkeler hâlâ kendilerini içlerindeki zeki şahısların gerçeği farketmiş olmalarına rağmen Aydınlanma Çağı’nın hurafeleriyle savunuyor. Yani gelişmiş diye bilinen ülkelerde ırkçılık, İslâm düşmanlığı, müstemlekecilik, duyguya karşı aklın savunusu gibi Batı’yı Batı kılan değerlerin ateşi başta (yani en azından XVI. Hıristiyan yüzyılında) olduğu kadar harlıdır.

Rusya’ya karşı Ukrayna’yı, nasıl ortaya çıktıkları açıktan açığa bilinmeyen terör örgütlerine karşı İsrail’i destekleyen bir Batı ile iç içeyiz. Peki, ya Doğu nerede? İçini Batı’nın doldurduğu dolmaları yutmamış bir tek İslâm ülkesi var mı? Türkiye’de 1839 Tanzimat Fermanı’nı Britanya’daki Magna Carta ile eşdeğerde gören akademisyenler var. Devlet turizmin yeni sömürgecilik olduğunu, insan haklarının ancak Yahudi hakları seviyesinde kabul gördüğünü bilmezlikten geliyor. Batılı diye bilinen ülkelerin bazıları Netanyahu sınırları içine gelirse tutuklanacağını, diğer bazı başka Batılı ülkeler ise o şahsı ülkesine davet edeceğini belirterek hepimizi şaşkınlık içinde bırakıyor. Uzun sözün kısası galiplerin yazdığı tarih bütün milletleri eziyor ve israf ediyor.