Ocak 2025 Posts

Fütûhât-ı Mekkiyye 17. Cilddeki birkaç mertebeden alıntılar

 

İHSAN MERTEBESİ / el-Muhsin İlâhî İsmi

el-Muhsin’in mertebesi ihsandır Gerçekte ise insandır o

Bu nedenle onun ayırıcı özelliği Hakkında söylenmiş olan nisyan (unutma)

Bilfiil ibadet ettiğini görürsen İhsan ve iman sahibisin demek ki

Bilmez ve O’nu gördüğünü anlamazsan İkinci ihsana göre amel etmelisin

Rahman o ikisini bir araya getirdi İhsan ‘ihsana’ karşılık olsun diye

Hepsi O’nun katından bilirsen gerçeği O bana ihsan etmezse ben nasıl bilirim ki O’nu

Önceden bana gelen bilgi nedeniyle beklemem uzadı / Söz ve fiil olarak; bu iş beni köreltti

Cebrail Hz. Peygamber’e ‘İhsan nedir?’ diye sorduğunda Allah’ın peygamberi ‘İhsan Allah’a O’nu görür gibi ibadet etmendir, sen Allah’ı görmesen bile O seni görüyordur’ demiştir. (…) Allah ‘İhsanın karşılığı ihsan değil midir? (er-Rahman 55/60) buyurur. ‘Allah Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır’, ‘Kendini bilen Rabbini bilir hadisleriyle ‘Nefislerinizde ayet vardır, görmez misiniz?’ (ez-Zariyat 51/21), Onlara ayetlerimizi ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz’ (Fussilet 41/53) âyetlerinin anlamlarını anlarsa, mutlaka şunu da öğrenmiş olur: Kendini böyle gören insan ihsana karşılık olarak Rabbini de öyle görmüş demektir. Bu da Allah’a O’nu görür gibi ibadet etmektir, yoksa ihsan değildir. İhsan (ayette belirtildiği gibi) nefsine gösterildiği şekliyle senin O’nu gerçekte görmendir. (…) Kul Allah’ın emriyle O’nun adına bir yapı ortaya koymuştur. Bu fiilin karşılığı ise tam ve uygun bir karşılık olacak şekilde o müşahede yerinin gerektirdiği surette gerçekte de O’nu görmektir. (…) Sûretler mertebelerin, hallerin ve inançların değişmesine göre türlü türlüdür. Her kulun bir hâli, her hâlin bir yeri vardır. Kul rabbi hakkında inancında bulduğunu hâliyle söyler. O hâlin mertebesine göre de Hak inanç sûretinde kula tecellî eder. Hak bütün bunlar iken aynı zamanda hepsinin ardındadır. Bu nedenle Hak inkâr edilir, tanınır, tenzih edilir, nitelenir; kendisine O’nun bildirdiği şekilde nispet edilen her özellikten tenzih edilir.

O halde ‘ihsan mertebesi’ görmek ve müşahede etmek demektir. ‘Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DEHR MERTEBESİ ed-Dehr İlâhî İsmi

Dehr zamanın kendisi / Onun nezdinde eman yok / Kalbimin aynı olsa bile /Sadece müşahede var / Dehrim Rabbimin aynıdır / Çünkü O kadimdir, benim dehrim de zamanlarla sınırlı değil / Dehr’e onun değerini bilmeyen cahiller kızar /Zelildir, fakirdir, noksan ve eksiktir o kişi / Dehr’i ve fiilini bilseydi, / Bizce cimrilik olan fiili nedeniyle övülürdü / Bu bilgi sahibi müşahede elde ederdi / Onu açık ve seçik bir şekilde görürdü / Ölümden sonra hayat veren Hak münezzehtir / Bereketleriyle ona nimet veren münezzehtir

Bu mertebenin sahibi Abdüddehr (ed-Dehr’in kulu) diye isimlendirilir. Hz. Peygamber ‘Dehr’e sövmeyin, çünkü Allah dehr’dir’ buyurmuş, Dehr’i Allah’ın hüviyeti saymıştır. “Bizi dehr helak etmiştir” diyenler doğru söylemişlerdir, çünkü onları gerçekte helak eden Allah’tır. Onlar “Sadece bu dünya hayatımız vardır, ölürüz ve diriliriz” derler. Ardından söyledikleri “Bizi dehr yok eder” ifadelerinde doğru söylemişler, -çünkü dehr Allah’tır-, fakat inançlarındahatalı olmuşlardır. Onlar ‘dehr’ derken zamanı kasdetmişlerdi. Bundan dolayı ismi kullanırken isabet etmiş, manâda yanılmışlardır. DEHR, bu ismi verenlere göre varlığı sonsuz bir şeydir. Araplar “Dehrü’d-dahirin süresince şunu yapmam” derler; kastettikleri sonsuzluk ve ebedîliktir. Öyleyse dehr ezel ve ebed’e, başka bir ifadeyle bu iki hükme sahip olandır. Allah bizi ve sizi afiyetle selâmet içerisinde şehitler mertebesine ulaşanlardan ve saadete erenlerin ölümü gibi ölenlerden eylesin! (…)”




“Sol kelimesi tekin bir kelime değildi.”

 

İsmet Özel’in MÜ’MİNİN FİRÂSETİ başlıklı yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Eğer mü’minin firâseti bahsinde ihata edici bir kavrayış sâhibi olmasaydım, Müslüman olarak anılmak hiç hoşuma gitmezdi. İçinde ruhen çocukluğumdan itibaren bulunduğum vakıa bunun tam tersidir. Yani İslâm’a doğru attığım ilk adımdan itibaren iman gücünün herhangi bir güce galebe çalacağından emin yaşadım. Giderek gençliğimin ilk yıllarında sosyalizme ilgimi iman gücüne olan derin bağlılıkla izah edebileceğimi 80 yaşımda hâlen düşünüyorum. Genç idim ve kendimi siyasi bir konum seçme zorunda hissediyordum. Ya sağı veya solu seçecektim. Sağcılar bana her konuda (sağcılık konusunda bile) samimiyetsiz görünüyordu. Solcular hakkında ne düşündüğümü tam olarak hatırlamıyorum. Bu yazının başlığını teşkil eden cümlenin yeri burası. Kimin parti üyesi olacağına üye olmak isteyenin dışında kimse müdâhil olmayacaktı. İşte Mehmet Ali Aybar’ın devletin surlarında açtığı delik buydu.

Her ne kadar bu serbestiyet gelişen olaylar içinde Aybar’ın Genel Başkanlığının sonunu getirdiyse de kendi sosyalistliğine leke sürmemiş aydınların TİP çatısı altına sığınmalarına engel olmadı. Gelişen olayların başında SSCB tanklarının Prag caddelerini doldurmaları gelir. O günlerde solcu diye bilinen Akşam gazetesi haberi okuyucusuna iri harflerle attığı “Aybar Sovyetlere Çattı” manşetiyle duyurdu. Prag Baharı’na SSCB’nin tepkisi “Türkiye’ye Özgü Sosyalizm” şiarının şampiyonu tarafından menfi karşılanınca sol çevrelerde şiddetli bir Aybar aleyhtarı rüzgâr esti. Artık Aybarcılık utanılacak bir kusurdu. Hep yukarıdan bakan ve her şeyi biliyormuş gibi davrananların gözünde Aybar-Aren- Boran oportünizmi gitmiş, yerine hiçbir şey gelmemişti.

(…) İnkılâplar 27 Mayıs 1960 darbesiyle ad değiştirmiş ve bunların her birinin “Atatürk devrimi” olduğu fikri ilericilikle kenetlenince hakka ve hakikate imtiyaz tanıyanlar bir iletişimsizliğe mahkûm oldular. Onların iletişimsizliği Türk hayatında imana giden yolu açtı ve genişletti. Evet, Müslüman olmamız hasebiyle Allah’tan ümit kesmeyecek ve Allah’tan emin olmayacaktık. Bu ilke şahıs olarak benim siyasal İslâm tuzağına düşmemi engelledi. Tuzaktan kurtulmak kendi başına bir işe yaramıyor. Önünde ele geçirilecek bir kazanç olmayan insan tuzaktan kurtulunca her kötü niyetinin kurbanı olabilir. Batı kültüründe “Erdemin kendisi kendi başına mükâfattır” mealinde bir hükme rast gelebiliyoruz. Mü’minin firâseti bu meyanda kavranabilir. Daha doğrusu Mü’min mü’minin aynası olma vasfına ancak yöneldiği temizlik kadar ulaşabilir.

Fîhi Mâ Fîh’den alıntılar

 

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin bu eserinden (Tercüme: Ahmed Avni Konuk, Yayına Hazırlayan: Dr. Selçuk Eraydın, 8. Baskı; İstanbul, 2009, İZ Yayıncılık) yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Öyle sanırdım ayrıyım, dost gayridir, ben gayriyim / Bende olup işiteni bildim ki ol cânân imiş” (Niyâzi-i Mısrî)

“Böylece elinizden çıkana üzülmeyiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle sevinip şımarmayasınız. Çünkü Allah kendini beğenip böbürlenenleri sevmez.” (Hadîd, 57/23)

“Nereye, hangi semte döner, yönelirseniz Allah’ın yüzü işte oradadır.” (Bakara, 2/115)

“Siz ey insanlar, hiç şüphesiz o halden bu hâle bineceksiniz. Öyleyse onlara ne oluyor ki îmân etmiyorlar?” (İnşikâk, 84/19-20)

İbrahim Kalın’ın Barbar-Modern- Medenî / Medeniyet Üzerine Notlar

 

İNSAN YAYINLARI: 705, İBRAHİM KALIN KİTAPLIĞI: 3, BİRİNCİ BASKISI 2018 olan kitabın birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Medenî insanlar ile artık sanayileşmiş insanları, mekanize olmuş toplumları kastediyoruz. (…) Fizik âlemi kontrol altına almak için aynı mekanik teknikleri kullanan insanlara medenî diyoruz. Onları böyle tanımlıyoruz; çünkü fizik âlemin tek gerçeklik olduğuna, bu âlemin mekanik kullanıma imkân tanıdığına ve bunun da tek davranış biçimi olduğuna inanıyoruz. Başka her tür davranış, bir yanılsamadan kaynaklanabilir ve ancak cahil ve basit bir vahşinin tutumu olabilir. Böyle bir gerçeklik tasavvuruna ulaşmış olmak gelişmişlik, ilerilik ve medenîlik kabul edilir. (dipnot: Gerald Heard, Man The Master (New York: Harper and Brothers, 1941), s. 25.)

Bu bağlamda fizik âlemi kontrol altına alacak tahakküm araçlarını geliştir(e)meyen toplumların ilkel olarak tanımlanması, 19. yüzyıl Avrupa düşüncesinin temel kabullerinden biridir. James Frazer, 1890’da yayımladığı ve modern antropoloji çalışmalarını derinden etkileyen Altın Dal adlı eserinde insanlığın ilkel büyü, din ve bilim aşamalarından geçerek bugünlere geldiğini ve modern insanın, ilkel toplumların düşünce dünyasına nüfuz etmesinin imkânsız derecesinde zor olduğunu söyler. İlkel toplumların çeşitli ritüel, büyü ve hurafelerle tabiatı kontrol altına almağa çalıştıklarını anlatan Frazer, bu tür eylemlerin belli bir iç mantığının olduğunu kabul eder. (…) Modern bilimin eleştiri süzgecinden geçirildiğinde bu tür inançlar, “insanlığın çocukluk çağına ait” bir durum olarak görülür. Fakat bunlar aynı zamanda tabiat olaylarını kontrol altına alma çabasıdır. Frazer, büyü ve hurafeyle karışık bu tür davranışların “modern fizikî sebeplilik kavramına” çok benzediğini fakat yanlış uygulandığını söyler. İlkel adamın tabiatı teknolojik araçlar vasıtasıyla kontrol altına alma çabası arasında dikkat çekici bir benzerlik vardır. (dipnot: James Frazer, The Golden Bough: The Roots of Religion and Folklore ( New York: Avenel Books, 1981; ilk yayın tarihi 1890).

Kerîm “Kur’an”dan anlamlarıyla birkaç âyet

 

“Esirgeyen Rab’den bir de selâm vardır.” (Yâsîn, Sûre: 36, âyet: 58)

“İşte va’d oluna geldiğiniz cehennem budur.” (aynı sûre, âyet: 63)

“Onlara Rablerinin âyetlerinden hiçbir âyet gelmiyordu ki, ondan yüz çevirmesinler.” (aynı sûre, âyet: 46)

“Artık bugün (kıyâmet/hesap günü) hiçbir kimseye zerre kadar haksızlık edilmez. Sadece dünyada yaptıklarınızın karşılığını çekersiniz.” (aynı sûre, âyet: 54)

“Yazıklar olsun o kullara ki, ne zaman kendilerine bir peygamber gelse, muhakkak onunla alay ediyorlardı. (aynı sûre, âyet: 30)

“Ne güneşin ay’a yetişmesi yaraşır, ne de gece gündüzü geçer. Her biri bir felekte yüzerler.” (aynı sûre, âyet: 40)

“Haberiniz olsun. Ben Rabbinize iman ettim. Gelin beni dinleyin.” dedi. (aynı sûre, âyet: 25(Onu hemen taşlarla öldürdüler ve ölürken kendisine: “Gir cennete! denildi. O, “Keşke kavmim bilselerdi!.. (aynı sûre, âyet: 26) ” (Evet) Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram görenlerden eylediğini bilselerdi!.. dedi.” (aynı sûre, âyet: 27)

“Eğer Allah insanları işledikleri günahlar yüzünden hemen yakalayıverseydi, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Lâkin onları belli bir müddete kadar geciktirir, nihayet ecelleri geldi mi (yapacağını yapar!) Çünkü Allah kullarını görmektedir (amellerine göre hak ettiklerini verir).” (Fâtır, sûre: 35, âyet: 45)