Ocak 2025 Posts

İsmet Özel’in “Türk’ün Dili Kur’an Sözü” kitabındaki ilk yazıdan alıntılar

 

“Aldığımız kötü tesirleri defedebilmek için şunu bilmemiz lâzım: Bize çocukluğumuzdan beri Allah’ın öğrettiklerinin bizim Allah’tan gayrı kaynaklardan öğrendiklerimizle uyum hâlinde olmadığı ve asıl işte bugün bilimsel diye ifade edilen beyanların ve düşünme biçimlerinin değer yargılarından bağımsız olarak doğru olabileceği fikri aldığımız eğitim, gördüğümüz tahsil diye öğretildi. Yani bir şeyin sebebini îzâh ederken ‘li-hikmetin’ dersen senin îzâhâtını kabul etmiyorlar. Senden onun ayrıca yanlış bir îzâhını istiyorlar. İnsanların kolay anlayabileceği fakat yüce /aşkın (müteal) bir kaynağa müracaat etmeyen bir şey istiyorlar senden. Onun için konuştuğumuz bütün bütün meseleleri -sadece lisân meselesini değil her şeyi- ulaşılabilecek bir bilginin, daha yukarıdaki bir bilginin mümkün olduğu fikri ile konuşmamız lâzım. (…) Onun için de Türkçeye dönmemiz gerekiyor. Bize başından beri -en azından Osmanlı Devleti’nin çöküş fikrinin Osmanlı Devleti’ni idare edenler tarafından benimsendiği zamandan beri- Arapçadan, Farsçadan kopuk bir Türkçe olabileceği fikri öğretildi. Böyle bir şeyle karşılaştık. Galiba önce yıkmamız gereken ön yargı bu. Şuna dikkatinizi çekerim: Arapça ve Farsça yön tayin edici olmadığı şartlarda Türkçe tekellüm edilemez. Sarf- nahiv biliniyor olması Türkçe konuşmayı mümkün kıldı. Türk dilinde aynen Arapçada olduğu gibi ‘etre-avoir’ (to be, to have) fiillerinin mevcut olmaması bunun ispatıdır. Farsçada vardır, Kürtçede vardır mesela. Ama Türkçede yok. Olmayışı gösteriyor ki biz ifade gücünü Arapçanın sınırları içinde arayıp bulmuşuz. Türkçe dediğimiz dil Arap sarf ve nahvini bilen insanların günlük hayatlarını idame ettirmek için ortaya çıkardıkları dildir. Bu dil Azericeyle, Kırgızcayla, Özbekçeyle, Türkmenceyle, Tatarcayla akraba değildir. Nasıl ki Latinceden Fransızca çıkmışsa Türkçe, Arapça gramer bilen insanların günlük hayatlarını devam ettirmek için bu topraklarda, Türkiye topraklarında ortaya çıkardıkları dildir. Yani bu, aynı zamanda telaffuzuyla, aksanıyla da birlikte doğmuş bir dildir.

“Vatandaş Ahlâkı”

 

Merhûm Nurettin Topçu‘nun bu başlık altındaki yazısının (M. Orhan Okay’ın Silik Fotoğraflar Portreler kitabında) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Fertten doğup namütenahiye doğru yol alan hareketin aile, cemiyet ve insaniyet yollarından geçtiğini hareket felsefesi kabul ediyordu. Yani ictimaî (sosyal) nizama ait hareketler ferdiyetimizle Allah arasında bir köprü oluyordu. Aile, millet ve medeniyet, namütehanilik ve evrensellik temayülünü kendinde yaşatan ferdî hareketin eseri idiler. Bu manâya hareket, insanla Allah’ın bir terkibi oluyor. Hareketlerimizde iman ve irade şeklinde beliren ilahi yardım onlara müteal (aşkın) nitelik veriyor, ve dinî bir değer kazandırıyor. Bu iman ve iradenin en aydın yüzünü, zorbalıkla zaman zaman çürütülen insanlığı ayaklandırmış olan dinlerde görüyoruz. Hakikat için ferdin nefsini fedaya hazırlanmasını emreden kuvvet bizdeki Allah’ın kuvvetidir. Türk çocuğunu, sonsuzluğa ulaşan hareket değerleri içinde ayaklandırmak için ona hangi inanları (dizginleri) sunmalı ve hangi ahlâkı aşılamalı? O, kurtuluşunu hangi yoldan giderek yine kendinde bulacak? Türk vatandaşı hangi ahlâka inanmalıdır? Bu ahlâk her şeyden önce hareket dinine dayanıyor. İlk mukaddes olan çalışmaktır. Bizden kol, kalp ve kafa isteniyor denmişti. Bunları kendi irademizi kullanarak vermezsek bizden zorla alıyorlar. Ve zorla alan bizi esir ederek alıyor. Bizimle hareket etmeyen bize karşı hareket ediyordu. Fert, kurtuluşunu ancak kendi hareketinde bulacak. Hakîkî kurtuluşun başka hareketleri kurtarışta bulunduğuna inanıyorduk. Harekette kendi kendine yetmeyiş ve gayri kurtarmak isteyiş gizli bulunmaktadır. Bu sebeple hareket kendiliğinden ahlâkî vasıf kazanıyor. Bütün kabiliyet ve kuvvetlerini, daha fazlasını isteyen bir derûnî merak ve sıkıntı içinde, arza veren insanın ahlâksız olduğunu iddia etmek güçtür. Hiç bir ahlâk nazariyesi sonsuzluk ve evrensellik temayülleri taşıyan bir hareketi itham etmedi. Hareketlerimizin kaynağı olan iradeyi kışra çıkarmak, dileğe şekil ve hayat vermek, kurtarıcı harekettir. Asıl büyük adamlar, iman yaratıcılardır. Bunlar, hareketleriyle kâinatı velveleye verenler değil, şuurları harekete getirenlerdir, insanda irade yaratanlardır. Bunlar hareket etmedikçe derin ve hakiki varlığımızın tatminsiz kaldığını, kendimizin inkâra düştüğümüzü telkin edenlerdir. Varlığını, farkında olmadan inkâr eden insan, veya maddî irsî felâketler yüzünden böyle doğan insan kurtuluşu felâketli bir gaflet ve acz yüzünden gayri inkâr ve arzı tahripte arıyor. Bu insan istismar eden, esir eden, kendi emeğinin mahslü olmayanı tüketen insandır. İnsanlığın içinde servetin, sermayenin, sınıf farklarının ve bütün zorbalıkların doğuşunu başka nasıl izah edebiliriz? Kendi emeğiyle yaşamayı dinî bir temel olarak tanıyan adam hangi zorbalığı yapabilir? Bu ülküye tapınan insanlıktan zorbalık doğamaz. Zorba-esir hareket dinine düşmandır. (…)”

Merhûm Orhan Okay’ın SİLİK FOTOĞRAFLAR PORTRELER Kitabının birkaç yerinden akıntılar

 

Merhûm M. Orhan Okay’ın SİLİK FOTOĞRAFLAR PORTRELER Kitabından (DERGÂH Yayınları 1. Baskı: Ekim 2013) yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Ben 1947’de liseye kaydolunduğum zaman okul, orta yerde bulunan tarihî büyük bina ile onun merdivenli geniş avlusunun iki yanında bulunan ve İkinci Meşrutiyet’ten sonra eklenmiş ikişer katlı iki küçük binadan ibaretti. Şimdi bu yapıların mimarisini tamamen bozan hantal bir beton bina avlunun büyük bir kısmını ortadan kaldırmış bulunuyor. Bahsettiğim merkezî ve tarihî bina Sultan Abdülmecid’den Abdülhamid’e kadar dört padişahın döneminde de sadrazamlık yapmış bulunan Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa’nın taş konağıdır. Daha sonra Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın olmuş, 1881’de de hükümet tarafından 4 bin 400 altın karşılığı sahibinden satın alınarak okul haline getirilmiş. Ben lisenin ilk iki sınıfını bu binada okudum. Yukarıda bahsettiğim avludaki iki pavyondan sağdakinin üst katında laboratuvarlar, alt katında da oldukça zengin olan, hattâ epey yazma ve basma eski harfli kitapların da bulunduğu bir kütüphane vardı. Bu kütüphanenin kıble tarafında bulunan mihrab ise, idâdî döneminde mescid olarak kullanıldığını gösteriyordu. (…) Üçüncü sınıfa geçtiğim zaman yanımızdaki Dede Efendi Sokağı’nda bulunan, fakat bizim bina ile arasındaki bir bahçe duvarının yıkılmasıyla hiç sokağa çıkmadan içerden geçilebilen başka bir binaya taşındık. Eski bina ise kapatılan Zeyrek Ortaokulu öğrencilerinin nakliyle Vefa’nın orta kısmı olarak kullanılmağa devam etti. (…)

1947-1948 ders yılında lisenin ilk sınıfını (9. sınıf) okuduğum 4/G dershanesinin önünde altmış beş yıl sonra. Karanlık bir sınıftı. (…) Eski harfleri öğrendiğim yıllardı. Karnelerde yazılı “Terbiye-i bedeniyye”, “Malûmat-ı diniyye”, “Riyaziyye”, “Tavr ü Hareket” gibi ders adlarını okuyup uzun uzun gülmüştük. Hangi seneye ve kimlere aitti, unuttum. (…)

“İnkılaplar Ne Zaman Niçin İflas Etti?”

 

Gökhan Göbel’in 26 Şubat 2019 tarihli bu başlıklı yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Sabahattin Ali 1928’de tahsil için trenle Almanya’ya giderken onu yolcu etmeye gelen Pertev Naili Latin harfleriyle neşredilen ilk gazetelerden birini uzatıp “bunu sakla yüz yıl sonra çok değerli olacak” demiş. Sabahattin Ali de gülerek “tabii harf inkılabı başarılı olursa” diye cevap vermiş. Sınıf Bilinci mecmuamızın ilk sayısında Nazım Hikmet’in Kemal Tahir’e 1941 yılında gönderdiği mektuptan bir iktibas (alıntı) neşrettik. Nazım Hikmet bu mektuba şöyle başlıyor: “arzuyu umumi üzerine eski harflerle mektup yazmaya başladım.” Bu cümle harf inkılabının iflas beyannamesidir. Mektubun tarihi 1941. Harf inkılabının üzerinden tam 13 sene geçmiş. Dünya, Türk milletinin Alman Harbi olarak adlandırdığı İkinci Dünya Savaşı’nın içinde. Türkiye savaşa sokulmamış. Mektubu yazan Nazım Hikmet gönderdiği kişi Kemal Tahir. Nazım Hikmet’ten mektuplarını eski harflerle yazmasını isteyen “umum” ise Türkiye’deki aydınlardır.

“Tarihçiyi Unutan Tarih!”

 

Prof. Dr. İsmail Kara‘nın Derin Tarih Dergisinin Ocak 2025 sayısında çıkan “Tarihçiyi Unutan Tarih!” başlıklı yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“İttihat ve Terakki’nin Sultan Abdülhamid idaresini sonlandırıp iktidarı ele geçirmesiyle birlikte Tanzimat’ın büyük icracı paşalarından ve müelliflerinden olan Ahmed Cevdet Paşa da nisyana (unutulmağa) terkedildi. Cumhuriyet devrinde de devam eden Cevdet Paşa üzerindeki bu kalın nisyan perdelerinin aralanması için 1939 yılında Hasan Âli Yücel’in Millî Eğitim Bakanlığına gelmesini beklemek gerekecektir. Onun bakanlık süresi (1939-1946) Cevdet Paşa çalışmaları açısından bir yeniden diriliş dönemidir dense yeridir. Şahsî faktörlerin yanında bu değişimin anlaşılabilmesi için konjonktürel şartlara ve mücavir alanlara da bakmak gerekir.”