Şubat 2025 Posts

“Vücûd yani Varlık O’nundur, O’ndandır ve belki de O’dur.”

 

MAHMUD EROL KILIÇ’ın 1995 yılında neticelenen bir Doktora tezinin on dört yıl sonra kitaplaştırılmış hali olan “İbn Arabî Düşüncesine Giriş ŞEYH-İ EKBER SUFİ KİTAP 1. Baskı Kasım 2009, “Tasavvuf Bilim Dalı”nın kuruluşunu müteakip bu dalda yapılan ilk doktora olma şerefini taşımasıdır. Kıymetli hocam muhterem Prof. Dr. Mustafa TAHRALI beyefendiye nihayetsiz minnettarlığımı ifade etmeyi bir borç telakki ederim. Çalışmam esnasında her zaman kendisinden büyük şefkat ve yakınlık gördüğüm fakat çok merak ettiği tezimin iki kapak arasına girmiş halini göremeden, âlem-i misâlde istirahat ettiği bir esnada ebedî istirâhatgâh olan hakîkî aşk âlemine urûc eden, mazhar-ı serâpâ-rahmet, Yrd. Doç. Dr. Selçuk ERAYDIN beyefendiye Cenâb-ı Allah’tan sonsuz rahmet niyâz ederim. Fakültemiz Tasavvuf Bilim Dalındaki bu çalışmama yardımcı olan pek kıymetli hocalarım Prof. Dr. Hasan Kamil YILMAZ beyefendi ve Prof. Dr. İrfan GÜNDÜZ beyefendiye de en samimî şükranlarımı arzederim. Yine İslâm felsefesi sahasındaki kıymetli fikirlerinden faydalandığım muhterem hocam Prof. Dr. Bekir KARLIĞA beyefediye Şükran borcumu edâ etmek isterim. Ayrıca mahdut bir iki Almanca kaynağa da başvurmamda bana yardımcı olan pek kıymetli arkadaşım Ali PULCU beyefendiye de en samimî teşekkürlerimi kabul etmesini kendisinden dilerim. Mahmud Erol KILIÇ Kasım 1995 İstanbul

M. İbn Arabî’nin Genel Olarak Görüşleri

 

Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç‘ın “Şeyh-i Ekber İbn Arabî Düşüncesine Giriş” Kitabının başlarından birkaç yerden (özellikle Umumî Olarak Görüşleri başlıklı bölümünden) yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Her gerçekliğin kaynağı olan vücûd aslında bölünmez, ezelî ve dâimîdir. İbn Arabî bu Mutlak Vücûdun (Varlığın) bilinemez, tavsîf edilemez (nitelenemez), sır mertebesi olan ahâdiyyet (Allah’ın Birliği) vechesiyle (tarafıyla), bir Rab, bir Hâlık ve bir Mâbud olarak âlemle münâsebette olduğu Rubûbiyyet yani vâhidiyyet vechesini ancak merâtib (mertebeler) bakımından izah sadedinde (mevzuunda) ayrı mütâlaa eder. İlkinde (yani ahadiyet‘te) ne kesret (çokluk) ne tezad (zıdlık) ve ne de herhangi bir taayyün (belirme, zuhûr) vardır ki bu cihetten O, sırf nur, sırf iyi (hayr-ı mahz) ve gayblar gaybıdır (gaybu’l-guyûb). İkincisinde ise (yani vâhidiyyet) Allah yaratıcı sıfatıyla (el-Hâlık) birçok şeyin yaratılmasının fâili olunca ortaya bir çokluk (kesret) ve farklılık (tefrik) çıkmış olacak ve birlik (vahdet) bozulacaktır. Ancak görüleceği üzere bu mertebelerde Hakk’ın tezâhürü(belirmesi) ve tekâsürü (çoğalması) Zâtıyla değil ancak sıfatları vâsıtasıyla olmaktadır. Bu durumda Zâtı açısından bakıldığında aynı hakîkate o Hak’tır ama sıfatları açısından bakıldığında o halktır denebilir. Yaratma fiilinin (halk) aslı (ayn) (dipnot: İbn Arabî terminolojisinde çok önemli bir anahtar terim olan bu ayn kelimesi çalışmamızın da en önemli kavramlarından biri olması hasebiyle bazı hatırlatmalarda bulunmayı gerekli kılmaktadır. Günlük Türkçe’de çok sık kullandığımız “aynı anda”, “aynı zamanda”, “aynısı”, “aynen”, “aynı şekilde”, “aynı şey” vb. gibi “tıpkı, misli, benzeri” ma’nâsındaki “aynı” ile metafizik ma’nâdaki ayn arasında kelimenin etimolojik kökeninde beraberlik varsa da kullanım sahaları farklılaşmıştır. Aslı Arapça olan bu kelimenin lügat ma’nâsı asıl, öz, kök, göz, nazar, kuyu, menba, ileri gelen kişiler (ekâbir) vb. gibi çok geniş ma’nâlara gelen bu terim İbn Arabî’de teknik bir terim olmuş ve öz, asıl, hakîkat, esas, kök, zât, ana kaynak, menba, köken, göz, gözbebeği ma’nâlarında kullanılmıştır.) Meselâ “O, âlemin ‘ayn’ıdır (ayn-ı âlem) dediğimiz zaman “O, âlemin aslıdır, hakîkatidir” demek istenilmektedir; yoksa “O, âlemle aynıdır” ma’nâsında değildir. İşte bu çok kullanılan kelimenin böylesi iki tür kullanımını birbirinden ayırabilmemiz bu mektebin (ekolün) görüşlerini doğru anlayabilmemiz açısından çok önemlidir. Biz de bu ayrımı kolaylıkla yapabilmemiz için metafizik anlamda ve in concreto karşılığı olanını diğer belli başlı terimlerde olduğu gibi (ayn) diye italik yazdık. Bu önemli konunun ayrıntısı için bkz. M. Tahralı, “Ayn ve Ayniyyet”, 9-26; S. el-Hakîm, Mu’cemu’s-sûfî, 831-839.

Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-IV’ün Zekerâvî Kelimede içkin “Mâlikî Hikmet” Beyânında olan Fas’tan alıntılar

 

Tercüme ve Şerhi merhûm AHMED AVNİ KONUK’a ait olan eserin bu Cildinin Kelime-i Zekerâviyye’de İçkin “Mâlikî Hikmet” Beyânında olan Fas’tan bazı alıntılar bu yazıyı oluşturacak.

” (…) Zekeriyyâ (a.s.)ın varlığında dahi Hak iki şe’n (iş / olay) ile zâhir oldu. Şu halde Hak Teâlâ hazretleri “Mâlik-i yevmi’d-dîn” olduğu gibi “Mâlik-i Zekeriyyâ” oldu. Çünkü Hak Teâlâ anılan yevm’de bazan rahmet ve bazan azâb eder; ve bu günde rahmet ve azâbda zuhûru ile onun mâlikiyyeti zâhir olur. İşte Zekeriyya (a.s.)ın varlığında dahi Hak bu iki şe’n ile zâhir oldu. Rahmeti ile zuhûru budur ki, zevce-i muhteremesi âkır (kısır) ve kendisi pek ihtiyar olduğu halde “Bana katından bir velî bağışla” (Meryem, 19/5) diyerek Hak’tan bir sâlih oğul taleb etti. Ve Hak Teâlâ da duasını müstecâb edip, o hazretin hâiz olduğu maârif-i ilâhiyye ve esrâr-ı rabbâniyye ve ahlâk-ı hamîdeye vâris olarak ona Yahyâ (a.s.)ı bahşetti. Ve nıkmetle (şiddetli ceza ile) zuhûru budur ki, Hak Teâlâ onu şiddetle ahz etti ; / o hazreti testere ile küffar ikiye biçtiler. O da buna sabredip, mahzar olduğu (hazır bulunan) hâs ismin gereği olarak Hak’tan bu belânın kaldırılmasını taleb etmedi. İşte bu sebe binâen “mâlikî hikmet” Zekerâvî Kelimeye tahsîs kılındı. Mesnevî: Tercümesi: İmdi (Şu halde) kıyâmet ol, kıyâmeti gör; her şeyi görmek için bu şarttır. Akl olursan, aklı kemâliyle bilirsin.

“Dervişlik Bir İç Elbisesidir”

 

Prof. Dr. MAHMUD EROL KILIÇ’ın ANADOLU’NUN RUHU Tasavvuf, Felsefe, Siyaset Konuşmaları isimli, SUFİ KİTAP’tan 1. Baskısı Ocak 2011’de çıkmış kitabının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Konuşmak, hele sizin dilinizden anlayan bir kişiyle olursa söyleyecek sözü olan için büyük bir keyiftir. Bir de sorular, sorulan kişiyi heyecanlandırıyor ise kapı kapıyı açar, konudan konuya bir cevelan başlar. Konuşturulan havasını bulmuşsa fikir doğumları başlar…

Fakat sonunda bir yerlerde durmak gerektiği ve gazetenin, derginin bu konuşma için ayırdığı fizikî yer hatırlatılır. Bazen sırf o sütunlara sığsın diye saatler süren konuşma kesilir, tıraşlanır, içinden parçalar atılır. Zira ruh bir cesede sığğdırılmaya çalışılır… Kim bilir belki de öyle olmak zorundadır… Zira bu “savt u elfaz” (sözlerin sesi) âlemi için bir kenar sınırı olmalıdır.

Burada kendisiyle konuşulan kişi, dinlerin, her zaman insan eliyle gerçekleştirilen modellemeler yardımıyla anlamlandırıldığına inanır. “Yüce Allah’ın kasdettiği din” ile “kulun anladığı din” arasında farklılıklar vardır. Bu sebepten tasavvuf, ona göre İslâm dini için insan eliyle geliştirilen en kapsayıcı anlam modelidir. Tasavvufa tabir caizse İslâm din felsefesi olarak bakar ve merkeze aldığı bu noktadan hareketle din, felsefe ve siyâset üzerine yorumlar yapar. Konuşmanın temas ettiği sahalar her ne kadar geniş ve dağınık ise de hepsini birbiriyle irtibatlandıran bir ip olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Burada toplanan konuşmalar farklı zamanlarda ve yerlerde yayınlandıkları için yer yer tekrarlar olması kaçınılmazdı. Çok değerli kardeşim Ercan Alkan bu konuşma metinlerini büyük titizlikle bir araya getirdi, tekrarları çıkardı, tashihlerini yaptı ve ortaya bu metin çıktı. Zaten perakende yazıları kitap haline getirme fikri de ona ait olduğu için o olmasaydı belki bu eser meydana gelmeyecekti. Bu sebepten kendisine ziyadesiyle müteşekkirim. (…)” Mahmud Erol Kılıç Ocak 2011

Ezoterik Felsefe: Bir Rehabilitasyon

 

Prof. Dr. MAHMUD EROL KILIÇ ‘ın Tasavvuf, Felsefe, Siyaset Konuşmaları muhtevalı ANADOLU’NUN RUHU Kitabının (SUFİ KİTAP / Yayına Hazırlayan:Ercan Alkan) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Evvel’e Yolculuk’un mütemmim (tamamlayıcı) bir cüzü olarak düşünülen Anadolu’nun Ruhu, Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç’la farklı zamanlarda, farklı kişiler tarafından çeşitli süreli yayınlar ve internet sayfaları için yapılmış olan söyleşilerin bir araya getirilip gözden geçirilmesi ile vücut buldu. Ana hatlarıyla ezoterizm, tasavvuf ve irfânî geleneğin yapısı, tarîkatların günümüz dünyası ve Türkiyesi’ndeki serüveni, modernite- gelenek düalizmi, söyleşilerin yoğunlaştığı başlıca konular. Söyleşilerin bütününün yaslandığı ana çerçeveyi kabaca şu iki yaklaşıma özgü kılabiliriz: Ekberî-Sûfî yaklaşımla dini ve mâneviyatı yorumlamak, Guenonien perspektifle gelenek ve moderniteyi okumak.

Anadolu’nun Ruhu’nun başlıca konularından birisi olan Ezoterizm antik dönemden itibaren felsefenin ve filozofların temel uğraş alanıdır. Ezoterik düşünce, “İçteki ana prensipleri bilmek suretiyle dışta tezâhür eden oluşların sırlarını çözmek” ilkesinden hareketle her şeyi anlamlandırır. Söz konusu ilke burada bizi iki kavram çiftiyle buluşturur: Felsefe söz konusu olduğunda philosophia perennis, din söz konusu olduğunda ise religio perennis. Kılıç’ın benimsediği Guenonien perspektif, işte bu noktada bize kendisini gösterir. Şu hâlde buna göre philosophia (hikmet sevgisi), köken itibariyle Antik Yunan’dan daha ötelere gitmektedir ve philosophia’nın öğretildiği merkezler ise inisiyasyona tâbi yapılar olarak karşımıza çıkmaktadır; aslında bu durum, gelenekselci düşünürlere göre Rönesans’la birlikte manipüle edilmiş bir hakikattir.

Ezoterik bakış açısına göre Mahmud Erol Kılıç, tasavvufu İslâm dininin arkeolojisi olarak tanımlar. Ekberî yaklaşımla ezoterik bakış açısının örtüştüğü nokta işte burasıdır. Ekberî yaklaşıma göre din katmanlı/mertebeli bir yapıya sahiptir. Şerîat-Tarîkat-Hakîkat-Marifet. Burada kişiye, ilk düzeyde, satıhta, formel olanda takılıp kalmamak salık veriliyor. Dolayısıyla şerîat ve tarîkattan hakîkat ve marifete, sûretten manâya, zâhirden bâtına doğru bir yolculuğa çıkmanın gerekliliği öneriliyor. Bu bağlamda yolculuk denilen şey kutsalla irtibatlı, kuşatıcı üst bir metafizik tema hâline dönüşüyor. Hiç şüphesiz bu manâda tasavvuf geleneği, düşünce tarihinde eşine az rastlanacak tematik bir zenginliğe sahiptir. Seyr-sâir, sülûk-sâlik, tarîk, tarîkat, makâm, menzil, sefer, vatan, vuslat, hicret, devir, urûc, nüzûl vb. yolculuğun anlam haritasının çizildiği temel kavramlar olarak karşımıza çıkıyorlar. Kılıç’a göre aslında doğmuş olmak, büyüyor olmak nihâyetinde ise ölüyor olmak yâni hayat sürüyor ve hayâtı sonlandırıyor olmak, tüm canlıların kaçınılmaz olarak bir yolculuğun içinde yer aldıklarının bir göstergesidir; kısacası, ona göre, herkes bir bakıma biyolojik anlamda da seyr ü sülûk etmektedir.

Geleneğimizde manevî yolculuğun/ seyr ü sülûkun yapıldığı mekânlar olarak tarîkatları görüyoruz. Cumhuriyet Türkiyesi’nde yasaklı olan bu mekânlar dolayısıyla birtakım sorunlarla karşılaşılmaktadır : İlki, bireylerin maneviyat eksikliklerini gidermede alternatif olarak Uzak Doğu kökenli oluşumlara yönelmeleri, sahte-inisiyatik grupların çoğalması ve bunların serbestçe faaliyette bulunmaları; diğer taraftan İslâmî tarîkat yapılarının önce cemâate sonrasında ise iktisâdî yapılanmalara evrilmesi. Bütün bu fizikî problemlere rağmen Mahmud Erol Kılıç’a göre tarîkatların hâlen ma’neviyat yanı güçlüdür. Geleneğin ihmal edilmemesi gereken boyutu da bu ma’neviyat yönüdür. Ma’neviyat ocakları olan tarîkat yapılarının Anadolu bilgeliğinin oluşumundaki katkıları azımsanmayacak orandadır. Ma’neviyata teşne olan Anadolu insanı, bilge kimselere daima kucak açmıştır; irfânın nazlı bir gelin gibi olduğu bilincinden hareketle büyük âriflerin irfânına iltifat etmiştir. Özellikle Mevlânâ ve İbn Arabî Anadolu insanının gönlünü besleyen iki büyük âriftir. (…) Ancak Mevlânâ’dan söz ederken bile Mahmud Erol Kılıç, Ekberî yaklaşımdan uzaklaşmaz. (…) Kılıç’ın bu söyleşiler bütününde vermiş olduğu mesaj ise çok net: Günümüz Müslümanlarının Mevlânâ ile barışmaları gerekiyor. (…)

Kitabı yayına hazırlarken söyleşilerde bağlamı gözetmek adına birtakım tasarruflara da gidildi. Bununla beraber metnin bütününde yine de tekrar gibi gözükebilecek yerler var ise, bu durum söz konusu metnin bağlamından kaynaklanan bir gereklilikten ötürüdür.

Hakikat kendi kendisini gösterdiği gibi yanlışı da gösterir.”