Nisan 2025 Posts

Merhûm Orhan Okay’ın “Silik Fotoğraflar Portreler” kitabının “Âlimin Ölümü” başlıklı” bölümünden alıntılar

 

“Hamidullah Hoca’yı ben ilk defa öğrencilik yıllarımda (1952 veya 1953 olmalı) Edebiyat Fakültesi’nde (İstanbul’da) verdiği bazı konferanslarında tanıdım. Hocayı (benim katıldığım) ilk konferansında Zeki Velidi Togan takdim etmiş, konuşmayı da Türk dinleyicilerine Fuat Sezgin tercüme etmişti. Üniversitelerin İslâmî konulara ürkek baktığı fakat bir yandan da Edebiyat Fakültesi’nde bir “İslâm Tetkikleri Enstitüsü” kurulması çalışmalarının yapıldığı o yıllarda Hamidullah’ın fakülte amfilerinden birinde verdiği konferanslar büyük alâka görüyor, dışarıdan katılan dinleyicilerle beraber amfide yer bulmak güçleşiyordu.

Siyah sakalı, uzunca boyu ve kadîd (pek zayıf) denilebilecek yapısı, sokakta daima başında taşıdığı siyah kıvırcik kalpağıyla Hamidullah Hoca sülüs hattıyla çekilmiş bir elif’i andırırdı. İnce uzun boyu üzerinde duran başı ve biraz ileriye doğru uzanan sakalı ise o Elif’in zülfesi (küçük saçağı) gibiydi. Bize yaşlıca görünen bu adamın insana hiç eğilmeyecekmiş intibaı veren dik ve nahif bünyesinden umulmayacak kadar süratli yürüyüşüne hayretle mi, hayranlıkla mı bakardık? Oysa o sırada henüz elli yaşında da değilmiş. Ama o zamanlar bizim için de zâten kırkın ötesi yaşlılık demekti. Pek de teferruatıyla bilinmeyen biyografisinden ve daha çok aziz dost İsmail Kara’nın Dergâh dergisinin Şubat 2003 sayısında çıkan o uzun ve güzel yazısından öğrendiğime göre Muhammed Hamidullah 1908’de Hindistan’ın Haydarabad şehrinde doğmuş. Demek ki bizim İkinci İkinci Meşrutiyet’imizle yaşıt. Bir başka tevafuk (uygun gelme): Mehmed Akif’in Süleymaniye Kürsüsü’ndeki Türkistanlı vâiz (Abdürreşid İbrahim) Asya’daki büyük maceralı seyahatinin sonuna doğru İstanbul’a dönerken yolu Hindistan’a uğramış, hem de tam Haydarabad’da iken İstanbul’da Meşrutiyetin ilân edildiğini öğrenmiştir:

Haydarabad’a yetiştim ki, bütün Hindistan Verdi Kanun-ı Esa-si’yi nihayet Sultan’ diye birdenbire çalkandı…”

Osmanlı Meşrutiyetiyle beraber dünyaya gelen Hamidullah, Almanya’da İslâm hukuku üzerine doktorasını hazırladığı sıralarda ilk defa 1932’de İstanbul’a gelmiş. Dârülfünûn reformundan ve İlahiyat Fakültesi’nin kapatılacağından bahsedildiği o yıllarda şarkiyatçı (doğu dili ve edebiyatı üzerine ilmî araştırmalar yapan) profesör Ritter’la, daha sonraları ihtida ettiği rivâyet edilen Osman Reşer’le, Şerafeddin Yaltkaya’yla ve Beyazıt Kütüphanesi Müdürü İsmail Saip Sencerle tanışmış. Haydarabad’ın 1948’de Hindistan hükümeti tarafından fiilen işgal edilmesinden sonra bir daha memleketine dönememiş ve Paris’e yerleşmiş. 1951 Eylül’ünde Müsteşrikler Kongresi vesilesiyle ikinci defa İstanbul’a gelmiş, İslâm hukukunun kaynaklarına dair önemli bir tebliğ vermiş. (Yerli yabancı beşyüzden fazla delegenin katıldığı ve 250 kadar tebliğin okunduğu kongre 15-22 Eylül tarihleri arasında İ.Ü. Hukuk ve İktisat fakülteleri salonlarında onbeş seksiyona ayrılarak yapılmış, Muhammed Hamidullah “İslâm Tedkikleri” seksiyonunda 21 Eylül’de tebliğini Fransızca olarak sunmuştur; kongrenin sonunda alınan genel kararlar arasında bir “Beynelmilel İslâm Tedkikleri Birliği” kurulması önerilmiş, bu amaçla kurulan geçici komitenin başkanlığına Zeki Velidi, kâtipliğine de Muhammed Hamidullah seçilmiştir.)

İşte muhtemelen bu gelişi münasebetiyle yakın ilişkiler kurduğu Zeki Velidi Togan ve Fuat Sezgin’in delâletleriyle (İslâm Tetkikleri Enstitüsü’nün biri müdürü diğeri muaviniydi) 1952 ve 1953 yıllarında sürekli konferanslar vermek üzere Türkiye’ye davet edilir. Bir süre sonra bir sömestr İstanbul Üniversitesi’nde, bir sömestr Paris Sorbon Üniversitesi’nde olmak üzere bir program tespit edilir. Böylece Türkiye’deki çeyrek asırlık ikameti de başlamış olur. Hamidullah hocanın İstanbul’daki daha o ilk yıllarında ilmî ve İslâmî pek çok dergide yazıları çıkmış, bazı konferansları da kitaplaşmıştır.

Bütün bunları kendi çalışma alanımın dışındaki bir âlimin tasviri için gereksiz bulanlar olabilir. Ancak onda İslâm’ın hemen her konuda istediği itidâli, imsâki temsil eden bir insan görduğümü söylemek isterim.


CHP en zayıf olduğu döneminde…

 

Hiç kuşkusuz CHP geçmişte olduğundan çok farklı bir konumda. Bu konum âcizlik ve beceriksizlik yansıtıyor. Genel Başkan eski genel başkanlara göre çok belirgin biçimde konuşmalarıyla, davranışlarıyla olumsuz izlenim veriyor.

Şu anda televizyonda Özgür Özel anlamsız bir tarzda “Yavaş Cumhurbaşkanı olsun” çıkışını yapıyor ve Mansur Yavaş’ın tarafsız olduğunu söylüyor (!)

Özgür Özel her konuşması ânında sâkin olamıyor , hareketliliği bâriz olarak dikkat çekiyor.

Özgür Özel’in tutarsızlığı bâriz. Alel acele yapılan açıklamalar, Ferhat Murat’ın dediği gibi bir otelde kameraların kapatılması ile ilgili sözleri, tarafsız cumhurbaşkanı olarak (!) Ekrem İmamoğlu’nu o makama lâyık görmesi, “kendisi bile vazgeçemez” demesi, Mansur Yavaş’tan da tarafsız Cumhurbaşkanı olur diye söz etmesi, böylece Ferhat Murat’ın dediklerinin kesinlikle doğru olduğu apaçık ortada.

Onun için diyorum ki, Özgür Özel’in CHP’nin eski genel başkanlarıyla karşılaştırılabilmesi bile anlamsız; çünkü öylesi bir karşılaştırma mümkün değil.

CHP’liler memnunlarsa genel başkanları Özgür Özel’den, mesele yok, kendileri bilirler. Ben CHP’li değilim ama şimdi hayatta olmayan CHP’li dayım yaşıyor olsaydı Ecevit’le, Kasım Gülekle hattâ Turhan Feyzioğlu ile Özgür Özel’i karşılaştırmazdı bile!

Prof. Dr. Muhammed Hamidullah

 

19 Ocak 1908’de Haydarabad’da doğdu. Sekiz çocuklu bir ailenin en küçüğüydü. Ailesinden aldığı ilk öğrenimin ard ından, medrese öğrenimine başladı. Darü’l-Ulum Medresesi’nden sonra Osmaniye Üniversitesi’nde okudu. Devletler hukuku alanında lisans üstü çalışma yaptı. Daha sonra Hicaz, Suriye, Filistin, Mısır ve Türkiye kütüphanelerinde bulunan İslâm devletler hukuku alanındaki çalışmaları inceledi. Almanya’da Bonn’daki Friedrich Wilhelm Ren Üniversitesi’nde aynı konuda doktorasını verdi (1933). Çalışmalarını Paris Üniversitesi’nde sürdürdü. Bu arada Kuzey Afrika ülkelerinin kütüphanelerinde incelemeler yaptı. Hindistan’a dönerek Osmaniye Üniversitesi’nde çalışmağa başladı. Bu üniversitede devletler hukuku profesörü iken, görevli olarak yurt dışında bulunduğu bir sırada, Haydarabad’ın Hindistan hükümeti tarafından işgal edilmesi (1948) üzerine geri dönmedi. Siyasal mülteci olarak Fransa’ya yerleşti.

Hamidullah, başta Fransa, Mısır, Pakistan ve Türkiye olmak üzere birçok ülkenin üniversitelerinde dersler, konferanslar verdi. 1952’de İstanbul Üniversitesi’nde çalışmağa başladı; uzun yıllar Edebiyat Fakültesi İslâm Araştırmaları Enstitüsü ile Erzurum’da Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi’nde öğretim üyeliği yaptı. Bu sırada, başta İslâm Tedkikleri Enstitüsü Dergisi ile İlâhiyat Fakültesi Mecmuası olmak üzere birçok süreli yayında bilimsel makaleler yazdı. Paris’teki Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi’nin (CNRS) üyesi olan Hamidullah’ın beş ayrı dilde (Arapça, Urduca, İngilizce, Fransızca ve Almanca) yazdığı ve yayımladığı çalışmaları, İslâmı temel kaynaklarına inerek kavramada ve günümüz koşullarına uygun biçimde yeniden anlamlandırmada etkili oldu, Batı dünyasında İslâm’ın doğru biçimde tanınmasında rol oynadı.

Değerli sözlerden birkaçı

 

“Çok yerinde bir teşhis ile İbn Arabî’nin de dediği gibi: “Olağan olanın içinde kalmak sûretiyle olağan olanın dışına çıkmaktadırlar.” (innehüm fî hârikü’l-âde fî ayni’l-âde) (dipnot: İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l- Mekkiyye, c. 3, s.36.)

Hâce Bahâeddîn Nakşbend’in şöyle dediği rivâyet edilir: “Bu tarîkatta, birçok ilhâma nâil olmada çok az bir ibâdet kâfidir.” (der în tarîka be endek amel futûh bisyâr est). (dipnot: Câmî, Nefehât, s. 387. Aynı şekilde, Melâmetîler de farz olan amelleri yerine getirmekle yetinirlerdi ve kendilerini halktan ayrı gösterecek halk arasında yaygın olan farz ameller veya tavsiye edilen amellerin ötesindeki her türlü amelden kendilerini uzak tutmuşlardır. (dipnot: İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, c. 3, s. 35.)

Mutedil olma, temkinli olma ve halk arasında olmayı gerektiren bu uygulamalar, beraberinde bazı büyük sûfilere nisbet edilen hayranlık uyandıracak ve olağanüstü kerâmetlerden uzak durmayı da getirmekteydi. Aksine, bu tür olaylar zuhur etmesi halinde onu saklamayı tercih ederlerdi. Tam olarak kerâmet sayılamayacak olan bazı müşâhedeler ve rüyalar hariç, Hâce Bahâeddîn Nakşbend’in hayatına ait çok az olağanüstü kıssalar nakledilir. Hattâ konuşmalarından birinde, en büyük kerâmeti Hz. Peygamber’in sünnetini izlemek olduğunu ifade etmiştir. (dipnot: Salâheddîn Buharî, Enîsü’t-Tâlibîn, elyazma Bodleian Persian e 37, f 29b.) Melâmetîler ise, kerâmetlerden o kadar uzak durmuşlardır ki, bizzat bu uzak durmaları kerâmet olarak algılanmıştır. Çok yerinde bir teşhis ile İbn Arabî’nin de dediği gibi: “Olağan olanın içinde kalmak sûretiyle olağan olanın dışına çıkmaktadırlar.” (innehüm fî hârikü’l-âde fî ayni’l-âde.) (dipnot: İbn Arabî, el-Fütühâtü’l-Mekkiyye, c.3, s.36.

Daha önce de belirttiğimiz üzere, hem Melâmetîlerin hem de Nakşibendîlerin silsileleri Ebû Bekir’e (r.a.) dayanmaktadır. Bazı Nakşibendîler, kendilerinin Ebû Bekir’e dayanmalarını diğer tarîkatlara göre bir üstünlük olarak görmüşlerdir. Ancak, Hâce Bahâeddîn’e kendi silsilesi sorulduğunda kapalı bir ifade kullanmıştır: “Hiç kimse, silsile sâyesinde yüksek bir makama ulaşamaz.” (kesî ez silsile be câî nemîresed ). (dipnot: Câmî, Nefehâtü’l-Üns, s. 386) Bu sözün, silsileyi reddetmeyi veya onun değerini küçültmeği amaçlamadığı; aksine manevî yola girmede kesin ve doğru niyet sahibi olmanın önemine vurgu yapmayı amaçladığı düşünülebilir. Tanrı’ya doğru ilerlemenin bir güvencesi olarak manevî şeceresi de Melâmetî geleneğe yabancı bir kavramdır.”


Eşref ile Esfel Arasında İnsan-olmak, İnsan-kalmak

 

İhsan Fazlıoğlu‘nun 2 aylık düşünce dergisi Teklif‘in Eylül 2023 / 11. Sayısında çıkan ” Tekevvün, Temeddün, Tedeyyün, Tefessüh ve Teellüh: Eşref ile Esfel Arasında İnsan-olmak, İnsan-kalmak” başlıklı yazısından alıntılar oluşturacak bu yazıyı.

” Aslî fâilin ol-emri (kun) var-kılma etkinliğini başlatır (fe-yekûn) ve Evren (Kevn) oluşmaya başlar (tekevvün). Beşer, bu oluşun yani tekevvünün bir uzantısıdır. Ancak beşer, en nihayetinde, bu yazıda ele alınmayacak pek çok nedenle, varlığını devam ettirmek için Teklif dergisinin bir sonraki sayısında ayrıntılı ele alınacak temeddün aşamasına geçer. Temeddün, beşerin hem ferd hem de tür olarak varlığını sürdürmek için belirli bir anlam- değer dizgesi eşliğinde mümkün ve muhtemel her tür beşerî ve insânî ilişkiyi belirleyen erdem ve yasa yani ahlâk ve hukuk dairesi içinde yaşamayı üstlenmesidir. Bu üstlenme yani temeddün, beşerden insana geçişin kırılma-dönüm-noktasıdır. Medîne’ye giriş, aynı zamanda üstlenmenin sorumluluğunu kabul etmek ve sonuçlarını göze almaktır. Göze almanın, sahnenin hangi kesitinde ve zamanında köklendiğini tesbit etmek için bir sıfır noktası varsaymak oldukça zordur ki zaten sıfır noktası ancak ideal bir kavram olarak düşünülebilir. Bu durum, biraz da herhangi bir dilin ilk olarak nasıl ortaya çıktığı sorusunun yanıtlanmasıyla ortaya ortaya çıkan dilin yapısal çözümlemesinin arasındaki ayrıma benzer. Dil bir kez ortaya çıktıktan sonra yapısal bir kurallılık gösterir ve bu kurallılığın çözümlenmesi, köken sorusuna verilecek yanıtlardan bağımsız olarak yapılabilir. Bu çerçevede temeddünün meydana gelebilmesi için gerekli en temel ilke, mümkün ve muhtemel her tür beşerî ve insânî ilişkiyi belirleyen erdem ve yasa yani ahlâk ve hukukun kendinden sökün ettiği belirli bir anlam-değer dizgesinin varlığıdır. Söz konusu anlam-değer dizgesine din, bu anlam-değer dizgesinin yani dinin yaşamayı yönlendirmesine tedeyyün adını veriyoruz.

Açıktır ki, din derken, kastedilen hem ferd hem de tür olarak insanın doğumu ile ölümü arasında katettiği yolun hem nazarî (kuramsal) hem de amelî (pratik) ilkelerini veren dizgedir; tedeyyün ise bu dizgenin yine hem nazarî hem de amelî bir yorumunun yol alışta istihdam edilmesidir. Başka bir deyişle din, İlk İlke, Evren ve İnsan (hem ferd hem de tür olarak) ile üçü arasındaki ilişkinin kuramsal ilkelerini verir. Söz konusu anlam-değer dizgesinin yani dinin verdiği kuramsal ilkelere göre her tür gerçeklik küresi, idrâk edilir / kavranır. Bahse konu kuramsal ilkelere göre kavranan (mudrek) gerçeklik içinde, anlam-değer dizgesinin yani dinin yaşanması tedeyyün olarak tezâhür eder. (…) Şimdiye değin söylenenlerden pek çok netice çıkarılabilir ancak burada önemli bir sonuç üzerinde durmak istiyoruz: Din, ancak bir yorumu üzerinden yaşanılabilir; bu yorum da içinde varlığa geldiği belirli bir tarihî sahnenin şartlarıyla kayıdlıdır. Nitekim tedeyyün kelimesinin anlamlarından biri karmaşadır. Karmaşanın önlenmesi ancak yorumun yöntemli olmasıyla mümkündür. Başka bir deyişle yorumun paylaşılabilir, denetlenebilir, vb. özellikleri hâiz olabilmesi için istidlâlî bir yöntem eşliğinde yapılması gerekir ki, bu özellik, o yoruma bir mâkûliyet kazandırır. O hâlde din, ilkeler cihetinden sâbit iken; ifade için idrâk cihetinden, istifâde için gerçeklik cihetinden yorumlanır. Ancak sâbit ile değişken (her iki yorum) arasındaki nispet, her dâim denetlenir.

Temeddünün meydana gelebilmesi için gerekli en temel ilke, mümkün ve muhtemel her tür beşerî ve insânî ilişkiyi belirleyen erdem ve yasa yani ahlâk ve hukukun kendinden sökün ettiği belirli bir anlam-değer dizgesinin varlığıdır. Söz konusu anlam-değer dizgesine din, bu anlam-değer dizgesinin yani dinin yaşamayı yönlendirmesine tedeyyün adını veriyoruz.”

   belirleyen erdem ve yasa