Mayıs 2025 Posts

CHP gündemde!

 

Özgür Özel İmamoğlu üzerinden dinsel ifadeler kullanmaya başladı. Ekrem İmamoğlu’nun soyadı zaten din görevlisi çağrışımı yapıyor. Bu yetmiyor gibi Özgür Özel için ki, onu daha da yüceltme peşinde. İmamoğlu’nu göğün yedinci katına lâyık görmeye başladı. Hapishane zemininde duruyor görünürde İmamoğlu ama gerçekte göğün yedinci katında Özgür Özel’e göre! Bayağı uçurmuş yükseklere. Bu arada İBB itirafçılarının sayısı 10 olmuş. TV ekranında bu sayının daha da artacağı öngörülebiliyor. Gece saat 10.30′ a yaklaşırken itirafçı sayısı 10 , CNN Türk’te. Yine aynı TV kanalında Kılıçdaroğlu’nun “Ölüm Tehdidi Alıyorum” ifadesi var. Birazdan diye dikkat çekiliyor. Nitekim kısa bir konuşması oldu Kılıçdaroğlu’nun.


Şuarâ(Şâirler) Sûresi’nden anlamlarıyla bazı alıntılar

 

1- Tâ, Sîn, Mîm. 2- Bunlar (hakkı) açıklayan kitabın âyetleridir. 3- (Mekkeliler iman etmeyecekler diye) sen (yâ Muhammed) âdeta kendine kıyacaksın! 4- Biz dilersek onların üzerine gökten bir âyet indiririz de, boyunları eğilekalır (O zaman hemen iman ederler). 6- Evet Kur’anı yalanladılar. Ama onlara yakında o alay ettikleri şeyin haberleri gelecektir. 7- (O kâfirler) yeryüzüne bakmadılar mı? Biz orada her çeşit bitkiden nice çiftler bitirdik!.. 10,11. Hatırla ki, bir vakitler Rabbin Mûsa’ya “O zalimler topluluğuna, Fir’avn’ın kavmine git. Hâlâ sakınmayacaklar mı?” diye nidâ etmişti. 12- Mûsa, “Ey Rabbim! Doğrusu korkarım, beni yalanlarlar. 13- Benim de bundan göğsüm daralır; dilim açılmaz. Onun için Harun’a da peygamberlik ver. 15- (Allah Teâlâ buyurdu ki): “Hayır! İkiniz de hemen mucizelerimizle gidin! Muhakkak biz sizinle beraberiz; işitiyoruz. 17- İsrâil oğullarını bizimle beraber (Şam’a) salıvereceksin! 18- (Fir’avn), “Biz seni yeni doğmuş (çocuk) iken aramızda büyütmedik mi? Sen ömründen hayli seneler bizim aramızda kalmadın mı? 19- O yaptığın işi de (Kıbti’yi öldürme) yaptın. “O hâlde sen nankörlerdensin!” dedi. 20- (Mûsa) “O işi yaptım ama ben o vakit câhillerden idim. 21- Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Nihayet Rabbim bana hüküm ihsan buyurdu ve beni peygamberlerden (biri) yaptı. 22- “Başıma kakmakta olduğun o nimet de, İsrail oğullarını kendine kul (köle) edindiğin içindir..” dedi. 23- Fir’avn, “Bu âlemlerin Rabbi de ne?” dedi. 24- (Mûsa), “Eğer yakînen anlarsanız, göklerle yerin ve aralarında bulunan her şeyin Rabbidir.” dedi. (…) 28- (Mûsa), “O, doğu ile batının ve aralarındaki her şeyin Rabbidir. Eğer aklınız varsa (anlarsınız!)” dedi. 29- (Fir’avn), “Yemin olsun! Eğer benden başka bir ilâh tanırsan, seni mutlaka zindanlıklardan ederim!” dedi. 30- (Mûsa), “Sana, açıklayıcı bir delil (mûcize) getirirsem de mi?” dedi. 31- (Fir’avn), “Eğer doğru söyleyenlerden isen, hemen getir onu!” dedi. 32- Bunun üzerine (Mûsa) asâsını bıraktı. Bir de ne görsün! Asâ, açıkça bir ejderha oluverdi! 33- Bir de elini çıkardı, o da bakanlara bembeyaz (nurânî bir el) kesiliverdi.     (…) 34- Fir’avn, cemaate, “Bu gerçekten bilgiç bir büyücü imiş!   35- Sizi, büyüsü ile yerinizden çıkarmak istiyor. Şimdi ne emredersiniz?” dedi. 36- Onlar, “O’nu ve kardeşini tut (eğle)! Şehirlere de toplayıcılar gönder de, 37- Sana bütün bilgiç sihirbazları getirsinler!” dediler. 38- Böylece belli bir günün belirlenen vaktinde bütün sihirbazlar biraraya toplandı. 39- Halka da “Siz de toplanacak mısınız?” denildi. 40- “Eğer (adamlarımız) galip gelirlerse, umarız biz de (kendi sihirbazlarımız)a tâbi oluruz..” (denildi). (…) 43- Mûsa büyücülere, atın ortaya ne (marifet) atacaksanız!” dedi. 44- Onlar da hemen iplerini, sopalarını ortaya attılar ve “Fir’avn’ın ululuğu hakkı için bizler, hakikaten bizler galipleriz.” dediler. 45-Bunun üzerine Mûsa asâsını bırakıverdi. Bir de ne görsünler! O bütün uydurduklarını yutuyor!.. 46- Büyücüler hemen secdeye kapandılar. 47-48- “Biz, âlemlerin Rabbine, Mûsa ile Hârun’un Rabbine iman ettik” dediler. 49- Fir’avn, “Ben size izin vermeden ona iman ettiniz hâ! Şüphe yok ki, size büyü öğreten ustanız o imiş. Ama yakında bileceksiniz. Çaresiz ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi mutlaka asacağım!..” dedi. 50- Büyücüler, “Bize zarar yok! Biz Rabbimize döneceğiz. 51- Biz, iman edenlerin ilki olduğumuzdan, Rabbimizin günahlarımızı bağışlayacağını umarız.” dediler. 52- Mûsa’ya, “(İman eden) kullarımla geceleyin yürü. Çünkü takip edileceksiniz.” diye vahyettik. (…) 57- Böylece onları bahçelerden, pınarlardan; 58-Hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık. 59- İşte böyle! Ve onlara İsrâil oğullarını mirasçı yaptık. 60- Nihayet güneş doğarken (Fir’avn ve ordusu), arkalarına düştüler. 61- Vaktâ ki, iki taraf birbirini gördü. Mûsa’nın adamları, “Biz muhakkak yakalanıyoruz” dediler. 62- Mûsa, “Aslâ! Rabbim benimle beraberdir. O bana yol gösterecektir!” dedi. 63- Bunun üzerine Mûsa’ya, Asân ile denize vur!” diye vahy ettik. (Vurunca), deniz yarılakaldı. Her parçası kocaman bir dağ gibi oluverdi. 64- Ötekileri de buraya yanaştırdık. 65- Mûsa’yı ve beraberindekilerin hepsini kurtardık. 66- Sonra ötekilerini boğduk. 67- Elbette bunda bir ibret vardır. Böyle iken çoğu imana gelmedi. 68- Hiç şüphesiz senin Rabbin güçlü, merhametlidir.

.

Bir mektup geldi O’ndan

 

Kur’an’ın Anlamına Yolculuk

Fikriyat’tan çıkan, Prof. Dr. Ekrem Demirli’nin bu kitabının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

” İki ayırıcı özellik İslam’ı kendisinden önceki din ve geleneklerden ayırmakla kalmaz, aynı zamanda onu Hz. İbrahim’e dayandırılan Yahudilik ve Hıristiyanlıktan ayrıştırarak kendine mahsus özel bir yapıya kavuşturur. Bunlardan ilki nübüvvet, ikincisi ise vahiy ve bilhassa vahyin nihai tarzı olan ilahi kelamın Hz. Peygamber’e inmesidir. Nübüvvetin ve vahyin Müslümanlığa mahsus bir ayrıcalık olduğunu söylemek, ilk bakışta birçok insana şaşırtıcı gelebilir. En azından Müslümanlığı öteki gelenek ve felsefî sistemlerden ayrıştırmak için doğru sayılabilecek bu tespitlerin Yahudilik ve Hıristiyanlık için de geçerli olabileceğini söylemek, bir çelişki teşkil edebilir. Her iki din de vahye ve nübüvvete (peygamberliğe) dayanmış olmada İslâm ile birlikte değerlendirilir; her iki dinin de aynı şekilde gerçekleştiği kabul edilebilir. Gerçi bu yaklaşım gerçek olmak bir yana İslam’ı esas alarak yapılan bir değerlendirme olarak ortaya çıkar. Bu nedenle Müslümanlar öteki iki dinin İslam’a ve bilhassa Hz. Peygamber Efendimize bakışını elbette kabullenmez ve her iki dine bakış bakış açılarındaki nezaket ve saygıyı kendi dinlerine ve peygamberlerine beklerler. Halbuki dinlerin tahrif olması meselesi bir yana, her iki dinin ortaya çıkışı ve bu dinlerdeki nübüvvet ve vahiy konusu İslam’dakinden farklı gerçekmiş gibi görünmektedir. Daha doğru bir anlatımla İslam’da vahiy ve nübüvvet tamamen kendine mahsus özelliklerle ortaya çıkmış, İslam’ı bütün dinlerden ve geleneklerden ayrıştırarak dinî hayatı şekillendirmiştir. Bu arada Yahudilik’te nübüvvet meselesi, “seçilmiş kavim” anlayışı içerisinde gerçekleşmiş ikincil bir durumdur. Bu din içinde aslolan durum, kavmin seçilmiş olması iken nübüvvet burada ancak “seçilmiş olandan seçilmek” şeklinde tecelli eder. Bir kavmin seçilmiş olması meselesi zamanla ortaya çıkan bir tahrif midir yoksa başından beri Yahudilik böyle midir sorusu bir yana bu, Müslümanlar tarafından hiçbir şekilde anlaşılmayacak ve kabul edilmeyecek bir husustur. Bir kavim neden seçilir veya bir kavmin seçilmiş olması onlara nasıl bir ayrıcalık kazandırabilir? Bir Müslüman için bütün insanlar Allah tarafından seçilmiş, özel ve değerli varlıklar olarak yaratılmış, Âdem’de tecelli eden eden bütün nitelikler potansiyel olarak her birisinde gerçekleşmiştir. Her insan bu bakımdan emaneti üstlenmiş, halife kılınmış, isimleri öğrenmiştir. İnsanın ahlâklı bir varlık olarak yaratılmış olmasının nedeni budur. O zaman insanlar arasında belirli derece farkları bulunsa bile, bir kavmin ötekinden ayrı bir şekilde üstün kılınması Müslümanlara ancak “tahrif edilmiş bir bilgi” olarak gelir. Üstelik Müslümanlar seçilmişlik gerçekleşse bile, bundan kalıcı bir durum veya paye çıkartmaz , seçilmiş olmayı belirli şartlar (ahlak ve iman) ile sınırlar, bunun ötesinde bir ayrıcalık olarak kabul etmezler. Hidayet ve seçilmişlik bir lütuf olarak insana erişir, fakat aynı zamanda insan dalalete düşme tehlikesinden bütünüyle de kurtulamaz. Bu durum hem birey hem cemaat olarak İslam’da ilkenin “korku-umut” olmasını sağlar: Allah’ın sonsuz keremi insanın sürekli bir umut içinde kalmasını sağlarken kereminden mahrumiyet endişesi insanın korkmasının nedenidir. (…) Yahudiler içinde peygamberler vardır, fakat bunlar hiçbir zaman İslam’daki gibi kurucu kişiler olarak kabul edilmezler. (…) Yahudiler peygamberlerin vahiy aldıklarını kabul etmiş olsalar bile, bu vahyi İslam’daki ilahi kelam gibi düşünmek mümkün değildir. (…)”

İslam’ın Klasik ve Modern Dönemlerinde Tedeyyün Meselesi

 

Allah işine galiptir ama insanların çoğu bunu bilmez.” (Yusuf 12/111)

” 2 aylık düşünce dergisi Teklif ‘de (Eylül 2023 / sayı 11) Tedeyyün konulu Açık Oturum’da Ömer Türker‘in bu konuda dedikleri dâhilinde yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı. Ö. Türker, Tedeyyün meselesini ele almalarının bir sebebi olduğunu şöyle açıklıyor: Modernleşme süreci, aynı zamanda klasik dünyada oluşan tedeyyün (dine bağlı olma) anlayışlarının da şu veya bu şekilde sorgulandığı, kimi yönleriyle irtifa kaybına uğradığı bir sürece tekabül ediyor. Çelişkili şekilde bazı bakımlardan da amelî (pratik) hayatın güçlendiği durumlara şahit olduğumuz bir döneme tekabül ediyor. Yani bazı açılardan bakıldığında tedeyyün kapsamında değerlendireceğimiz fiillerin çoğaldığı ama tedeyyünün esasını oluşturan inanç hakikat idraki kısmının içeriksizleştiği yahut fiilleri yorumlamakla ilgili yaklaşımların yerini başka yaklaşımlara ve başka inançlara terk ettiği bir süreç… İslâm dünyasının ve genel olarak dünyanın modern dönemdeki krizinden klasik anlamıyla mütedeyyinlik (dindarlık) de tedeyyün tipleri de nasibini aldı. Burada meseleyi açmak babından dikkat edilmesi gereken hususların en önemlilerinden biri şudur: Bütünüyle İslâm tarihini, bir tedeyyün tarihi olarak okuyabiliriz. Yani biz, Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan ve Allah Resulünün temsil ettiği hakikat idrâkini ve ona uygun yaşamı tevarüs etme çabalarını, bir tedeyyün projesi olarak değerlendirebiliriz. Bu anlamda hadisçilik bir tedeyyün projesidir, fakihlik yani fıkıh dediğimiz ilim bir tedeyyün projesidir, bazı yönleriyle mütekellimlik, özellikle Mu’tezile’nin temsil ettiği kelamcılık bir tedeyyün projesidir. Biz sadece bu fikrî akımları değil, erken dönemde ortaya çıkan zümreleri, Hz. Peygamber’in temsil ettiği tedeyyünü tevarüs etme çabasını temsil eden muhtelif zümreler olarak okuyabiliriz. Evet evet, züht başlangıçta bir tedeyyün iddiası olarak ortaya çıkıyor sonra bu tedeyyünün nasıl temellendirileceğiyle ilgili tartışmalar bizim bildiğimiz anlamda süreç içerisinde tasavvufu doğuruyor. Yani demem o ki aslında tüm yönleriyle, nazariyatıyla da düşünsek, amelî hayatıyla da düşünsek, Müslüman olarak var olmak, bir tür tedeyyünü temsil etmek anlamına geliyor. Modern dönemde ise zihnimizin ve davranışlarımızın, klasik anlamdan uzaklaştığı ölçüde yahut kriz yaşadığı ölçüde de tedeyyün hayatımız kriz yaşıyor. Meseleyi bu bağlamda ilerletebiliriz. (…) Din de aslında tek: İslâm. (…) Dinin nazarî idrâkini ve o nazarî idrâkin en uygun yaşamını, pratiğini Hz. Peygamber temsil ediyor. Peygamber (s.a.v.), tek bir şahıs; fiilleriyle, takrirleriyle, ifade ettikleriyle, kalbinde taşıdığı manâlarla bir şahıs. Tüm ümmetin fikrî ve amelî hayatı bunun bir tafsili olarak ortaya çıkıyor ve Peygamber’in temsil ettiği bu hakikat idrâki ve uygun yaşamın bir temsilini taşıdığı iddiasında. Bu anlamda tüm akımların kendileriyle özelleşen, kendilerine özgü bir tedeyyün iddiaları var.”

Ahidnâme (anlam olarak)

 

Bismillâhirrahmânirrahîm “Ey semâvâtı ve yeri yaratan, gayb ve şehâdet âlemlerini bilen Allâh’ım! Bu dünya hayâtında senden başka bir ilah olmadığına ahdediyorum. Sen birsin ve ortağın da yoktur. Muhammed (s.a.v.) senin kulun ve Rasûlündür. Beni hiçbir hâlde nefsimle başbaşa bırakma; Allah’ım! Eğer beni nefsime bırakırsan, o beni şerre yaklaştırır ve hayırdan uzaklaştırır. Ben hiçbir şeyime güvenmiyorum. Ancak Senin yüce rahmetine güveniyorum. Seninle ahdediyorum! Şüphesiz ki Sen va’dinden dönmezsin.” İbn-i Mes’ud (r.a.)’dan rivâyet edilmiştir: Peygamberimiz (s.a.v.) bir gün ashâbına şöyle buyurdu: “Sizden biriniz akşam-sabah Allahü Teâlâ hazretlerinin indinde, mükâfâtı yazılamayacak kadar büyük bir sevabının olmasını ister misiniz?” Ashâbı: “Bu nasıl olur? Ya Rasûlallah!” dediler. Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Akşam-sabah bu duâyı okuduktan sonra, bir mühürle mühürlenerek Arş’ın altına konulur. Kıyamet gününde, “Rahmân indinde ahdi olan nerededir?” diyerek bir münadi çağırır. “O kimseler Cennet’e girsinler.” denilir.” (Ruhül beyan) Açıklama: Bu duayı okuyana verilecek olan mükâfatı insanlar kâtip olsa, ağaçlar kalem olsa, sevabını yazmakla bitiremeyecekleri için, bu duanın mükâfatını, Allah Teâlâ mahşerde kullarına takdim edecektir. Veminellahittevfik. Bezzazi Sığar’dan naklen zikredilmiştir ki : Şayet ölünün alnı veya sarığı veya kefeni üzerine ahidname yazılırsa, umulur ki Allah Teâlâ ölüye mağfiret eder.”