Ağustos 2025 Posts

Ebû Yezîd Bistâmî (k.s.)

 

Adı Tayfur b. Îsâ b. Âdem b. Sürûşan’dır. Babası önceleri mecûsî idi. Sonra Müslüman olmuştur. Âdem ve Ali isimlerinde iki kardeşi vardır ve her ikisi de zühd ve takvâ sâhibiydi.

Bistam’da dünyaya geldi. Bistam, Nişâbur yolu üzerinde büyük bir şehir merkezidir. 261/874 târihinde vefat etti. Hüseyin b. Yahyâ, 234/848-49 tarihinde vefat ettiğini rivâyet eder. (dipnot: a.g.e. s.67; Kuşeyrî, a.g.e., s. I/80; Molla Câmî, a.g.e., s.109. Hanefî mezhebindendir. (dipnot: a.g.e., s.110.) Bâyezîd “vahdet-i vücûd” akîdesinin öncüsü olarak bilinir. Şatahât kabîlinden birtakım sözler söylediği, bu sebepten de zamânında çok tenkîde uğradığı söylenir.

Bâyezid’e göre Hakk’a vuslat fenâ ile gerçekleşir. Fenâ-yı fiil, tevhîd-i ef’âl’e, fenâ-yı sıfât, tevhîd-i sıfat’a ve fenâ-yı Zât, tevhîd-i Zât’a ulaştırır. (dipnot: a.g.e., s. 110)

Bistâmî’ye farz ve sünnetin ne olduğu sorulduğunda o: Sünnetin dünyayı terk, farzın da Allah ile sohbet etmek olduğunu söyledikten sonra, şunları ilâve etmiştir: ” Sünnet Peygamber (s.a.v.) in hayâtını rehber ittihaz etmektir ki o, dünyaya hiç iltifat etmemiştir. Kitab (Kur’ân-ı Kerîm) ile meşgûl olmak ise, insanı Mevlâ’sıyla sohbet durumuna getirir. Kim farz ve sünnete uygun hareket ederse, kemâle ermiş olur.

Bistâmî’ye göre âbid; Allah Teâlâ’ya, namaz, oruç, zekât, hac gibi farzları yerine getirmek, sünnet ve nâfilelerle de O’na yaklaşmak için ibâdet eder. Ârif ise her hâliyle ibâdettedir.

Bistâmî ilmin önemini su sözleriyle belirtmiştir:

“Otuz sene mücâhede ile meşgul oldum. İlimden ve ona uymaktan daha güç bir şey bulmadım. Şâyet ulemânın ihtilâfı olmasaydı, ben yolumda ilerliyemezdim; tevhîd dışında ulemânın ihtilâfı rahmettir.”

Fî hi Mâfîh’den…

 

“Hak Teâlâ hikmet zımnında (gizli maksat olarak) rûhu, kalıp ile bir iki gün te’lîf için, bu kadar san’at yaptı ve kudret gösterdi. Eğer insan kalıbıyla berâber bir lahza mezarın içinde otursa, divâne olmak korkusu vardır.”

“Hak Teâlâ Hazretleri Âdem’i kendi sûreti, yani kendi sıfatı üzere yarattı.” Bütün âdemler mazhar isterler. Birçok kadınlar vardır ki mestûrdurlar; velâkin kendilerinin matlûblarını tecrübeten, yüzlerini açarlar.

İmdi Halk bir matlûb ve mahbûbun tâlibidirler. Cümlesinin kendilerine muhib ve hâzı’ (baş eğen) olmalarını isterler. A’dâ ile a’dâ, evliyâ ile evliyâ olmak murâd ederler. Bunun hepsi hükümler ve Hak sıfatlarıdır ki, zılde görünür. Bu bâbda olan şeyin gâyesi budur ki, bizim gölgemiz bizden habersizdir; ammâ biz haberdârız. Velâkin Halk ilmine nisbetle bizim bu vukûfumuz, habersizlik hükmündedir. Şahısta her ne varsa, bazı şeylerden mâadâ, hep zılde görünür. Dolayısıyla Hakk’ın sıfatlarının cümlesi, bizim zıllimizde görünür. Şu kadar var ki “Size ilimden az bir şey verilmiştir.” (İsrâ’, 17/85)

FÎHİ MÂ FÎH 18. Fasıl’dan alıntılar

 

“Aklı şehvetine gâlib olan kimse melâikeden a’lâdır; ve şehveti aklına gâlib olan kimse de behâyimden(hayvanlardan) aşağıdır.

Tercüme: “İlm ile buldu melek neşv ü nemâ / Cehl ile oldu behâyim peydâ / İlm ile cehl arasında hayrân / Kaldı da şaştı zavallı insan.”

Şimdi, âdemîlerden bazıları o kadar akla mütâbaat (uyum) gösterdiler ki, külliyyen melek ve sırf nûr oldular. Onlar, enbiyâ ve evliyâdırlar; ve havf ve recâdan ( korku ve ümitten) kurtulmuşlardır. Nitekim Kur’ân-ı Mecîd’de beyan buyruluyor: “Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 10/62) Bazılarının akıllarına şehvet gâlib olduğundan, âkıbet külliyyen hayvan hükmünü iktisâb eylediler. Ve bazıları münâzaada (çekişmede) kaldılar; ve onlar o tâifedir ki, bâtınlarında bir derd, hasret ve renc, efgân zâhir olur ve yaşayışlarından razı değildirler. Bunlar mü’minlerdir. Eviyâ onları kendi menzillerine eriştirmek ve kendileri gibi yapmak için onlara muntazırdırlar( bekleyen/gözleyendirler. Tercüme: “Biz çağırıyoruz, başkaları da çağırıyorlar, bakalım baht kimindir ve kime yâr olacaktır.”

“Özüyle Sözüyle Kisvesi ve Karakteriyle Şiir: Dikkat Patlayabilir! (patlamayabilir de)”

 

The poet is not there to share a poetic communication, but to stimulate An imaginative speculation on the nature of reality

Barbara Guest

Ne demişti Baudelaire? “Ekmek yemeden üç gün hayatta kalabilirsiniz; şiirden mahrum kalarak bir gün bile yaşayabilmeniz imkânsız ve bunun aksini herkim iddia ederse hata içindedir: Hataya düşenlere [kendini bilmezler] denir.”

Şiirin vazgeçilmezliğinden dem vuruyor Charles Baudelaire ve şiirden vazgeçebileceği zannına kapılanlara kendini bilmezler yaftasını yapıştırmaktan perva etmiyor. Umursamaz, doğru saymaz isek Baudelaire’in dediklerini, Delphi’deki Apollon tapınağında yazılı emre itaatsizlik edenlerin de aynı kimseler olduğunu farketmemiz imkânsızlaşır. Vaktiyle kimlerdi Baudelaire’in sözlerinin muhatabı? Avrupa’daki bütün kentsoylular; ama bilhassa Fransız olanları. Bir yüzyıl sonra Octavia Paz aynı yolu izleyip “Kentsoylular şiiri sindirecek aygıttan yoksun kalmışlardır.” diyecekti. Yukarıdaki satırları okuyup da Türk ilinde yaşamakta olanlar arasından “Ben ne Avrupalı ve ne de Fransız’ım. Kentsoylu olduğum da pek söylenemez; lâkin görüşlerim Baudelaire’inkinin zıddıdır.” diyenlerin çıkmasının kuvvetle muhtemel olduğunu bilenlerdenim. Homeros’tan Karl Marx’a Şiirin Türk Tarihi’ni yazıyor olmamın bir ma’zereti varsa, o da şiirsiz yaşanabileceğini sanan kimselerin akıllarını başlarına getirme hususunda içimde taşıdığım zayıf ümittir. Birinin aklını başına getirmek… Ömrüm bana böyle şeylerin benim gücümün ötesinde bir şey olduğunu öğretti. Ne kadar cılız, ne kadar zayıfsa da, ümidimi muhafaza ediyorum.

Aklı başa getirme işlemine girişmenin ilk adımı “Şiir dedikleri şeyin aslı var mı? suali olsa gerek. Birçokları şiiri edebiyatın bir şu’besi, bir dalı olarak görür. Nazmın şiirden, şiirin nazımdan farkının (meselenin şiir zâviyesinden bakınca bir türlü, nazım zâviyesinden bakınca ise bir başka türlü görüldüğü hassâsiyetini edinmek lâzım) ihmâl edilebileceği düşüncesi tahsil hayatının içimize yerleştirdiği bir şeydir. Bazıları şiirin yerinin bilgi ve dilin tekâmül çizgisinde bulunabileceğini kabul eder. Çeşitli tasniflerden kimisinde şiirin kendine mahsus bir saha işgal ettiği kabul edilir. Oysa şiir ne tasniflerin içine sığdırılabilir, ne de şiir hâdisesi tasnifler yardımıyla kavranabilir. Bize “Eşref-i Mahlûkat” olmanın şuurunu sağlama gücüne sahip olan ve sahip çıkan sadece şiir! Bilim, felsefe, şiir dışındaki sanat dallarının hepsi, şiirlik katına yükselememiş edebiyat dallarının hepsi birer istiğna (kendi alanında kalma) yoludur. Sadece şiir insana mahsûs aslî sestir. Şiirle bize verilen şuur bizi imana açılan yolların karanlık, dar, sarp ve dikenli olmadığına ikna eder. Bu şuur insanı karakter zaafına uğrayanlardan ikrah ettirir. Bu şuur herkim başkaldırdıysa ona mühimmat sağlar. (…) Niçin yaşıyorsak onun için öleceğimizi öğrenebildiğimiz sadece şiirdir.

“Yalnızca insanlar ölür; diğerleri telef olur.” Paçayı telef olmaktan yırtıp adam gibi değil, adam olarak ölmeği hak etmenin yolu nereden geçiyor? Zamanın olduğu kadar mekânın hayatımızı nasıl şekillendirdiğine akıl erdirmekten geçiyor. Hangisi öncelikli? Ne hale geldiğimizi kafamıza dank ettirecek şey hadiselerin cereyan sürati ve şekli mi, o hadiselerin cereyânına imkân veren daha mı? Bunu tamı tamına fark etmek için her şeyi bırakıp şiirle mi meşgûl olacağız; yoksa yolumuza her şeyin şiirle irtibatına vâkıf olmanın verdiği tatmin duygusuyla mı devam edeceğiz? Ne biri, ne diğeri… Ne yapar, ne yapabilir bize şiir? Bütün mekânlarda ve bütün zamanlarda bize gerçekliğin tasvirini veya tarifini sunma işine bakan şiir değildir. Şiirin işi bizi gerçekliğin tabiatı husûsunda ikaz etmekten ibarettir. Şiirin bize ne yaptığının hudûdu belli; lâkin şiir yaptığı işi başka meşgûliyetlerin arasında yapmadığı gibi, başkalarının meşgûliyetlerini kendi işine karıştırmaz. Sevgililerin en kıskancı şiirdir. Hayatı teftiş makamını hiçbir disipline kaptırmadı şiir. O mevkii tek basına işgal etti. (…) Şiiri şiir yapan bizatihi kendisinin bir muâfiyet (affedilmiş olma) vesikası haline gelişidir. Şiirin muaf tutulduğu şey nedir? Ne kadar esrarlı bir sual! Bu suâlin cevabına geçmeden önce şairin (meselâ Homeros’un) kim olduğuna dâir mütalaaya dalmamız lâzım. Çünkü unutulmasın ki, şiirden önce şair gelir. Tıpkı resme ressamın, besteye bestekârın, binaya mimarın takaddüm edişi (önce gelme /öne geçme) gibi. Yani insan aklı diyerek atıfta bulunduğumuz şey kendi önüne konulmuş olanın bir sanat eseri vasfı taşıdığına ancak o şeyi ibda edenin (ortaya koyanın) bir sanatçı olması halinde karar verebilmeğe güç yetirebilir. Varırsa sanatçının seçmede bulunuşu eserle bağ kuran’ın kendini buluşuna varır.                                           26 Mayıs 2015

“Metafizik ve Gayb”

 

Prof. Dr. Ömer Türker‘in 2 aylık düşünce dergisi Teklif’te (Sayı: 4, Temmuz 2022) bu başlık altında çıkmış yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Metafiziğe yönelik eleştirilerin ve kuşkucu yaklaşımların bir kısmı, metafizik kapsamına giren ve duyular tarafından idrak edilemeyen bir kısım meselelerin insan aklı için de gaybî olduğu ve aklın başka bir bilgi vasıtasına yahut başka türden bir idrakle desteklenmeye ihtiyaç duyduğu mülahazasından kaynaklanır. Bu mülahazayı belirginleştirmek için metafiziğin bir disiplin olarak kapsamını kısaca özetleyelim.

Metafizik üç temel kısımdan oluşur. Birincisi, umûr-ı âmme veya ontoloji olarak adlandırılan varlığın genel durumlarının ele alındığı kısımdır. Varlık, yokluk, imkân, zorunluluk, imkânsızlık, tümellik, tikellik, illiyet gibi meseleler bu kısımda ele alınır. Bu kısım, metafiziğin kapsamına giren tüm nesnelerle yani mevcutların tamamıyla ilgili olup esas itibariyle insan aklına çeşitli yollardan gelen veriler üzerinde tefekkür edilmesiyle inşa edilir. Diğer deyişle bu kısımda, mantıksal tahliller yoğun olarak görülür. Zîrâ algılar, zorunluluğu, imkânsızlığı, tümelliği, tikelliği veya nedenliği vermez. Duyulardan gelen verileri işleyerek onların imkân, imkânsız veya zorunluluk kategorilerinden birine girdiğini yahut nedensel ilişkilere konu olup olmadığını akıl idrak eder. Bu anlamda bir şeyin zorunluluğu, imkânı, sebep ve sonuç oluşu; görülmez, işitilmez, tadılmaz, koklanmaz, dokunulmaz yahut bunlara benzer şekilde hayalin idrakine konu olamaz. Umûr-ı âmme (kamu işleri) kapsamına giren meseleler, belirli bir nesne olarak algıya konu olmadığından saf nazarî (teorik) olarak idrak edilirler. Fakat aşağıda belirtileceği üzere Meşşâî filozofların kullandığı anlamda nefsin veya aklın idrakine konu olan verilerin duyu araçlarının getirdikleriyle sınırlı olup olmadığı tartışması ontoloji tartışmalarını etkiler.