Eylül 2025 Posts

FÎHİ MÂ FÎH Ondokuzuncu Fasıl’dan alıntılar

 

“Bu okuyan kimse, Kur’ân’ı doğru okuyor. Evet Kur’ân’ın sûretini doğru okuyor; fakat ma’nâsından bî-haberdir. Delîli budur ki, bulduğu ma’nâyı reddediyor; körlük ile okuyor. Meselâ bir adamın elinde bir kunduz (post’u makbûl bir hayvan) vardır. Ondan daha güzel bir kunduz getiriyorlar, reddediyor. Şu hâlde ma’lûm oldu ki, kunduzu tanımıyor. Birisi ona, bu kunduzdur, demiştir, o da taklîden elinde hıfz etmektedir (korumaktadır). Bu, ceviz oynayan çocuklara benzer. Eğer onlara cevizin içini veyâhut yağını versen, reddederler; çünkü onların indinde ceviz “jağ jağ” diye sadâ veren şeydir. Oysa için sadâsı ve jağ jağ etmesi yoktur. Nihâyet Hakk’ın hazîneleri ve âlemleri çoktur. Eğer Kur’ân’ı vukuf ile okuyorsa, dîğer-i Kur’ân’ı niçin reddediyor? Kur’ân okuyanlardan birisine, Kur’ân’da olan şu: (anlam olarak: [” De ki: Rabbimin kelimelerini yazmak için bütün denizlerin suyu bir mürekkep olsa ve bir o kadar daha yardımcı olarak eklesek dahi, Rabbimin kelimeleri tükenmeden o denizler tükenir.”] âyet-i kerîmesini böyle takrîr ettim (ifade ettim): Şimdi, elli dirhem mürekkep ile bu Kur’ân’ı yazmak mümkindir. Bu, Hudâ ilmine bir işârettir. İlm-i Hudâ’nın kâffesi, yalnız bu değildir. Nitekim bir attar, bir kâgıt parçası içine biraz ilaç koyar. Attar dükkanındakilerin hepsi bunun içindedir der misin? Bu ahmaklık olur. Nihâyet Mûsâ ve Îsâ (a.s.)ın zamanlarında Kur’ân vardı ve ilâhî kelâm mevcuddu; ancak arabî değil idi.” İşte bu takrîri (ifâdeyi) ettiğim halde o mukrîye (okuyana) etki etmedi; onu kendi hâline terk ettim.

Nebevî Hikmet Beyânında fas’tan

 

Ma’lûm olsun ki, “nebevî hikmet”in Îsevî Kelime’ye tahsîsi hakkında şurrâh-ı kirâm iki vecih beyan buyururlar: birincisi: “Nebî” kelimesinin hemze ile olmasıdır. Bu sûrette “Nebî” kelimesi “ihbâr” ma’nâsına olan nebe’ den müştakk olur. bu Fusûsu’l-Hikem’de beyân olunan hikmetlerin kâffesi her ne kadar “nebe’e”den müştakk olan “nebeviyye” ise de, bunun Îsevî Kelimeye ihtisâsı, Îsâ (a.s.)ın hâline fıtrî nübüvvetin gâlib olması sebebiyledir. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de onun fıtrî nübüvvetinden ihbâran vâlidesinin karnında iken “ellâ tahzenî kad ceale rabbüki tahteki seriyyâ” (Meryem, 19/24) ; ve beşikte iken “âtâniye elkitabe vecealenî nebiyyâ” (Meryem, 19/30) dediğini beyan buyurdu.

İkincisi: “Nebî” kelimesinin nebâ, yenbû, nebûen’ den müştakk olup hemzesiz bulunmasıdır: Ve nebâ “rif’at” ma’nasına gelir. Şu halde onun hikmeti, “ref’Î hikmet” olur. Zîrâ onun makamında rif’at vardır: nitekim Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de “Bel raf’ahüllâh ileyhi” (Nisâ, 4 /158) buyurur. Ve âhir zamanda da nüzül ederek velâyet-i âmmeyi hatm eyler.

FÎHİ MÂ FÎH’den birkaç alıntı

 

Hak Teâlâ’nın Kur’ân-ı Mecîd’de, ahvâl-i ârifânı şerh buyurduğu şu (Kalem, 68/10) Yani “Hak ve bâtılda çok yemîn eden bî-mikdâr kimselere itaat etme” âyet-i kerîmesinden bu hâfızların nasıl koku almadıklarına taaccüb ederim. “Falan kimse böyledir, diye her ne söylerse dinleme” dediği için (Kalem, 68/11-12) Yani “O bî -mikdâr kimse halkı ta’yîb ve fesâd maksadıyla halkın kelâmını birbirine nakl ve gamz ve nâsı hayırdan men’ edicidir.” âyet-i kerîmesi mûcibince kendisi gammâzın en a’lâsıdır. Ancak Kur’ân acîb bir sehhâr (büyüleyici) ve gayûrdur (çok çalışkan). Sihri öyle akd eder ki, hasmın kulağına anladığı gibi açık olarak okur. Oysa onun hiç haberi olmaz. Kendini yine hızla çeker. (Bakara, 2/7) (Yani “Allah mühür basmış”) âyet-i kerîmesinde işaret buyrulan mührünün acîb bir letâfeti vardır. Kur’ân’ı işitirler, anlamazlar; bahs ederler /Allah latîfdir, kahrı latîfdir, mührü latîfdir. Fakat mührü bizim bildiğimiz gibi değil; onun açılması tavsîfe sığmaz. Ben eğer eczâmdan müteferrik olursam, O’nun lutf-ı bî-bînihâyesinin ve lezâzetinin mühr-küşâlığı (mühür açıcılığı) ve bî-çûnluğu (eşsizliği) ve fettâhlığı (açıcılığı) vâki olacaktır. Sakın hastalığı ve ölümü, benim hakkımda kötülemeyiniz; zîrâ o örtü içindir. (…) Benim bir eltaf (lutuflar) ve bir misilsiz kâtilim olacaktır. O çekilen bıçak veya kılıç ağyârın nazarını def’ etmek içindir.; tâ ki yabancı menhûs (uğursuz) nazarlar o kâtilin musâhibini (arkadaşını) idrâk etmiyeler.” (Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin FÎHİ MÂ FÎH’inden (Tercüme: Ahmed Avni Konuk, Hazırlayan: merhûm Dr. Selçuk Eraydın, İZ YAYINCILIK, 8. Baskı; İstanbul, 2009)

“Neye Cevap Verilecek?”

 

İsmet Özel’in 4 Şevval 1446 (2 Nisan2025) tarihli, bu yazının da alıntı olarak başlığını oluşturan yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar teşkil edecek bu yazıyı.

“Seçimin galibi Cumhuriyete karşı muharebeye girişen kralcılar İspanya iç savaşını kazandı. Dolayısıyla kralcı General Franco öldükten sonra ülkenin yönetimini aristokrasiye devr etmekten başka çare yoktu. Hepimiz savaş boyunca Faşist İtalya’nın ve Nasyonal Sosyalist Almanya’nın uçaklarının kralcı yörelere değil, cumhuriyetçi şehirler üzerine bomba yağdırdığını biliyoruz. (…) İtalyan ve Alman uçaklarının cumhuriyetçileri katletmesi sebebiyle Archibald Macleish adlı bir Amerikan şairi “The Spanish Lie” başlıklı bir şiir yazdı. Başlık İngilizce dışında bir dile hem İspanyol Yalanı olarak, hem de ispanyol ölüsü olarak tercüme edilebilir. M. C. Anday ikincisini tercih etmiş. Şiirin ilk mısraı şöyle: “This will be answered” Anday hüner göstererek bunu “bunun hesabı sorulacak.” şeklinde çevirmiş. Güzel bir tercüme… (…) 1929’da, İtalyan faşizminin tatlı günlerinde Vatikan Devleti doğdu. Sözün özü, tarihî gelişmede biz Türkler gayri-Müslimlerin katolik olanlarıyla aramızdaki mesafeyi diğerlerinden daha büyük tuttuk.

“İslâmiyette ruhbâniyet yoktur; cemâat rahmettir.”

 

Resûlullah (a.s.v.) cemiyet içinde bezl-i mesâî (cömertce mesâî) buyurdu. Zîrâ mecma’-i ervâh (ruhların toplanması Bu sırra) için azîm ve hatîr (tehlikeli) te’sirâtı vardır. O te’sîr vahdette ve yalnızlıkta hâsıl olmaz. Bu sırra mebnî (dayanarak), mahalle ahâlisinin ictimâı (toplanması) ve rahmet ve faydanın tezayüdü (artması) için mescidler konulmuştur. Ve evlerin ayrı olması, tefrîk ve ayıpların örtülmesi içindir; onun faydası ancak budur. Ve şehir ahâlisi orada toplanmış olmak için câmi binâ etmişlerdir. Bilâd ve ekalîmden (beldeler, memleketler, diyârlardan), âlemin çoğu halkının orada toplanmaları için, Ka’be’yi vâcib kılmışlardır.