FÎHİ MÂ FÎH Ondokuzuncu Fasıl’dan alıntılar
“Bu okuyan kimse, Kur’ân’ı doğru okuyor. Evet Kur’ân’ın sûretini doğru okuyor; fakat ma’nâsından bî-haberdir. Delîli budur ki, bulduğu ma’nâyı reddediyor; körlük ile okuyor. Meselâ bir adamın elinde bir kunduz (post’u makbûl bir hayvan) vardır. Ondan daha güzel bir kunduz getiriyorlar, reddediyor. Şu hâlde ma’lûm oldu ki, kunduzu tanımıyor. Birisi ona, bu kunduzdur, demiştir, o da taklîden elinde hıfz etmektedir (korumaktadır). Bu, ceviz oynayan çocuklara benzer. Eğer onlara cevizin içini veyâhut yağını versen, reddederler; çünkü onların indinde ceviz “jağ jağ” diye sadâ veren şeydir. Oysa için sadâsı ve jağ jağ etmesi yoktur. Nihâyet Hakk’ın hazîneleri ve âlemleri çoktur. Eğer Kur’ân’ı vukuf ile okuyorsa, dîğer-i Kur’ân’ı niçin reddediyor? Kur’ân okuyanlardan birisine, Kur’ân’da olan şu: (anlam olarak: [” De ki: Rabbimin kelimelerini yazmak için bütün denizlerin suyu bir mürekkep olsa ve bir o kadar daha yardımcı olarak eklesek dahi, Rabbimin kelimeleri tükenmeden o denizler tükenir.”] âyet-i kerîmesini böyle takrîr ettim (ifade ettim): Şimdi, elli dirhem mürekkep ile bu Kur’ân’ı yazmak mümkindir. Bu, Hudâ ilmine bir işârettir. İlm-i Hudâ’nın kâffesi, yalnız bu değildir. Nitekim bir attar, bir kâgıt parçası içine biraz ilaç koyar. Attar dükkanındakilerin hepsi bunun içindedir der misin? Bu ahmaklık olur. Nihâyet Mûsâ ve Îsâ (a.s.)ın zamanlarında Kur’ân vardı ve ilâhî kelâm mevcuddu; ancak arabî değil idi.” İşte bu takrîri (ifâdeyi) ettiğim halde o mukrîye (okuyana) etki etmedi; onu kendi hâline terk ettim.