İsmail Kara’nın “Amel Defteri” kitabındaki ilk yazıdan (Kitabevi, 1998) alıntılar
İsmail Kara’nın Dergâh, Tarih ve Toplum dergileri ile Zaman ve Yenişafak’ta çıkmış yazılarının (kültürel ve tarihî denemeler, kitap tenkitleri ve iktibasa dayalı yorum yazıları) gözden geçirilerek tasnif edilmesiyle vücut bulduğunu belirttiği yazılarının ilkinden (‘Machiavelli’i Kim Okusun?’ başlıklı) yapacağım alıntılamalar bu yazıyı teşkil edecek.
“Machiavelli’den çevirdiğin bütün parçaları okudum. İlk on sayfada yeni olan pek fazla bir şey göremedim., fakat gelişeceğini ümit ediyordum. Bir sonraki on sayfa daha iyi değildi. Sonuncusu ise bütünüyle alelâde. Machiavelli’den öğrenecek fazla bir şeyim olmadığını görüyorum; (siyasi) hileye dair onun bildiklerinden daha fazla malumat sahibiyim. Onu tercüme etmene artık gerek yok.”
Bu sözleri Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa mütercimi Artin’e söylüyor. Ne zaman? Osmanlı Devleti dahil İslâm dünyasının askerî mağlubiyetler sonrasında zarureten veya isteyerek gözlerini Avrupa’ya ve Avrupaî değerlere diktiği bir dönemde; böyle bir hâlet-i rûhiye içinde…
Kavalalı’nın bu sözlerini nasıl anlamak gerekir? (…) Yoksa nereden neyi, ne kadar ve hangi çerçevede alacağını çok iyi bilen, kendine güvenen şarklı müslüman bir siyasetçinin beklenebilir, normal tavrı mı?
Aslında bu soruların cevabı Paşa’nın sözlerinde var. Machiavelli’yi ve benzerlerini vazgeçilmez bir bilgi ve hikmet kaynağı, bir ölçü olarak görmüyor. Kişi ve eser karşısında herhangi bir komplekse sahip değil. İlk anda, bir asır önce yaşasaydı gösterebileceği istiğnayı da göstermiyor ( istiğna: tok gözlülük, ihtiyaçsızlık). Hükümdar’ın katındaki yeri ve değeri ‘siyasi hilelere dair enteresan bilgiler’ içeriyor olması. (…)
Mesele acaba bu kadar basit ve sade mi?
Bu soruyu ‘elbette değil’ diye karşılasak veya bu çerçeveyi tek başına yeterli açıklayıcılıkta bulmasak bile önümüzde mutlaka görülmesi gereken önemli bir hadisenin, bir gerçeğin bulunduğunu farketmemiz lâzım. O da bir milletin (burada müslümanların) bir ferdin (burada Kavalalı’nın) kendine güven / kendi kendine yeterlilik duygusunu kaybedip kaybetmediğidir.
Kendine güven / kendi kendine yeterlilik ‘kuru bir dava’ haline dönüşmediği müddetçe başkalarını, başkalarının ürettiği değerleri, malları görmezlikten gelmeyi gerekli ve mazur kılmaz. Ama burada önemli olan karar merkezinin kim olduğu ve o merkezin halet-i ruhiyesidir. (…)” (s. 11-12)
No Comments