Muhyiddin İbn Arabî’nin değişik milletlerin hikmetleriyle de ilgilenmesini yansıtan, yer verdiği o hikmetli sözler

 

Mahmud Erol Kılıç’ın “Şeyh-i Ekber İbn Arabî Düşüncesine Giriş’ adlı kitabından (Sufî Kitap, 1. Baskı: Kasım 2009 ) başlıkta belirtilen konuda yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Fez şehrinde Muhammed bin Kasım bana şunları anlatmıştı: ‘Susma’ konusunda dört kral sanki aynı yaydan çıkan oklar gibi dört söz söylemişlerdi. Kisrâ dedi ki: ‘Benim söylemediğim bir şeyi reddetmem söylediğim bir şeyi reddetmemden daha güçlüdür.’ Hint kralı dedi ki: ‘Bir sözü söylemeden evvel ben onun sahibi idim fakat söyleyince o benim sahibim olur.’ Rum imparatoru Kayzer dedi ki: ‘Söylemediğim şeyler için pişmanlık duymadım ama söylediğim şeyler beni pişman etti.’ Çin kralı demiş ki: ‘Pişmanlık açısından söylenilen sözün akıbeti söylenmemiş sözden daha şiddetlidir.’ (el-Fütûhât, IV/549) Özellikle Muhâdaratü’l-Ebrâr kitabında eski bilgeliklerden fazlasıyla iktibaslar (alıntılar) vardır. Mitolojideki Anka Kuşu motifi de bir kitabının adı olmuştur ki kendisi bunu şöyle açıklar: ‘… Biz buna Anka adını veriyoruz. Çünkü o zikredilmekle duyulur, anlaşılır olur ; yoksa onun maddî olarak bir varoluşu yoktur. Ancak o özlü sözlerle, masallarla bilinir… Filozoflar buna heyûlâ diyeceklerdir.’ (II/479)

“Buraya kadar bazı örneklerini gördüğümüz muhtelif mitolojilerde yer alan bu yaratılış destanları her ne kadar farklı versiyonlarda ve farklı kelimelerle anlatılmaktaysa da özde hepsinin ortak olduğu bazı esaslar bulunduğu hissedilir. Zâten mitolojilerin bu yaratılış destanları daha sonraları bir takım felsefe okullarının metafizik meseleleri haline dönüşecek ve aynı motifler bu defa felsefe dilindeki Varlık ve Oluş problemleri olarak karşımıza çıkacaktır. (…) Bütün bu mitolojilerin mukayeseli olarak incelenip içerdikleri felsefî-dinî remizlerin çözümlenmesi dinler tarihi açısından olduğu kadar bütün dinlerdeki tasavvufî kültürün tarihini ortaya çıkarmak açısından da önemlidir. İbn Arabî Bizans imparatoru Heraklius için ‘Bazı kadîm bilgelikleri biliyordu ama doğru bir inanç zâviyesi (açısı) olmadığından bu bilgilerin onda bir karşılığı yoktu’ derken bu hususu vurgulamaya çalışmaktadır. (Kitâbu’t-terâcim,12) Meseleye bu açıdan yaklaşan muasır (çağdaş) araştırmalar da bulunmaktadır. (Mesela Bkz. M.Eliade, Patterns in Comperative Religion, 410-436; a.mlf, The Quest,77; Ebedî Dönüş Mitosu, trc. Ü.Altuğ, 31-35,61-96, 112-126; R.Guenon, The Multiple States of Being, trc. J.Godwin,50; a.mlf. Yaratılış ve Zuhûr, İslâm Maneviyatı ve Taoculuğa Toplu bakış, trc.M.Kanık, 77-85; a.mlf., Symbolism of the Cross, trc. A. Macnab, 1-9;M. Valsan, ‘Haçın Simgeciliğinin İslâmî referansları’,59-78; F.Schuon, The Transcendent unity of Religion, 95; (…)”

“Muhtelif dinî geleneklerin yazılı metinlerine bakıldığında o dinin en temel akâid esaslarının vücûd (varlık) ve varoluş problemi etrafında örülmüş olduğu görülecektir. Mesela Hint geleneği şu örneklerde de sezileceği üzere çok zengindir:

‘En başta ne varlık vardı ne yokluk (adem) / Her yeri dolduran her yerde olan / Ne hava ne de gök vardı / Başta ne ölümsüzlük vardı ne de ölüm / Gece de yoktu gündüz de / Başka bir şey yokken O tek başına / Kendi zâtında sâkindi. (…)’ (Rig Veda, X/129)’

(…)

“İbn arabî, Eflâtun’u ilâhî mahlasıyla anarak diğer bazı feylesofların aksine onun bazı manevî hallerden nasibi olan, hâl ve zevk sahibi bir kişi olduğunu söyler. Dolayısıyla hâl ve zevk sahibi ile fikir sahibinin aynı olamayacağını, fikrin bir yeri, zevkin de bir yeri olduğuna ama aslın zevk, fer’in ise fikir olduğunu söyledikten sonra mevzuya şöyle devam eder: ‘Fikir bir müddet sonra keşf ve vücûd yoluna engel teşkil etmeye başlar. Fikir ile iştigâl etmek de artık hicâb(perde) olur. Biz(im yolumuzdan giden)den başkası bunun böyle olduğunu kabul etmez. Allah yolunun yolcusu ehlullahtan hiç kimse bunu reddetmemiştir. Sadece rüsûm ulemâsından hâlden tatmamış bazı nazar ve istidlâl ehli bunu kabullenmez. (…)” (el- Fütûhât, II/523) ‘Her şeye yaratılışının hakkını veren’(Tâhâ, 20/50) O’nun ‘Hakîm’ ismidir. İşte ancak hikmetin verdiği şeyi verene ‘hakîm’ denilir…” (el-Fütûhât, II/269)

“Bundan sonra İbn Arabî tasavvuf ve hikmet irtibatına geçerek şöyle der: ‘Tasavvuf ahlâktan ibarettir. Tasavvuf ahlakıyla bezenmiş kimsenin hakîm olması şarttır, olmazsa onun tasavvuftan nasibi yok demektir. Çünkü tasavvuf hikmettir, hikmet ise nebevî ilimdir.’ (…) ” (alıntılar, s. 101-132 arasından)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked