Hamid Algar’ın “Nakşibendîlik” isimli kitabından(insan yayınları,1.baskı 2007, genişletilmiş 3.baskı-dijital- 2012) alıntılar
Şahsen Türkiye’de İstanbul ve Erzurum’da görüşme imkânı bulduğum Hamid Algar 1940’da İngiltere’nin güneybatısında doğan, Lise tahsilini Londra’da tamamlayan, 1961’de Cambridge Üniversitesi’nin Arap- Fars Filolojisi Bölümü’nden mezun olan, bir yıl kadar Tahran Üniversitesi’nde doktora derslerini takip ettikten sonra, Türkçe’yi hakkıyla öğrenmek maksadıyla İstanbul’a geçen ve nihayet 1963’te Cambridge’e dönerek doktora çalışmalarına başlayan, ‘On dokuzuncu asır İran’ında ulemanın siyasi rolleri’ konusundaki tezini 1965 senesinde tamamlayıp Kaliforniya Üniversitesi’nde Orta Doğu Araştırmaları Bölümü’ne katılan, burada irfan, tefsir, Şiîlik, İran’da İslâm tarihi, Arap, Fars ve Türk tasavvufî edebiyatı, İslâm felsefesi gibi konularda ders veren; İran, Türkiye, Bosna, Malezya ve Özbekistan gibi birçok ülkede hem ilmî kongrelere katılan, hem araştırmalarını sürdüren, birçok dilde çalışmaları yayınlanan, 2010’da emekli olup başta Nakşilik tarihi ve bugünkü durumu olmak üzere çeşitli konular üzerinde yoğun şekilde çalışmaya devam eden bir ilim adamı. Bu kitabı insan yayınları’ndan (irfan ve tasavvuf dizisi) birinci baskısı 2007’de, genişletilmiş üçüncü baskısı -dijital- 2012’de çıkmıştır. Çevirenler: Cüneyd KÖKSAL, Ethem CEBECİOĞLU, İsmail TAŞPINAR, Kemal KAHRAMAN, Nebi MEHDİYEV, Nurullah KOLTAŞ, Zeynep. ÖZBEK.
Bu yazıyı Hamid Algar’ın bu önemli eserinin sadece birkaç yerinden yapacağım alıntılamalarla tamamlayacağım.
“Sadeddîn Kaşgârî’nin müntesibleri arasında, Nakşibendiyye üzerine birkaç risale kaleme alan şâir, âlim ve mutasavvıf Abdurrahman Câmî ve Çağatay Türk edebiyatının hakiki kurucusu ve aynı zamanda Câmî’nin de dostu olan Ali Şîr Nevâî sayılabilir. Hattâ denebilir ki, bu devrede Herat’ın parlak kültürel hayatının bütünü Nakşibendî himayesi altında ayakta kalmıştır. Herat’daki Nakşibendî faaliyetleri 916/1510’da Herat’ı fethederken Kaşgârî ve Câmî’nin türbelerini yıktıran Safevîlerin zuhûruyla geçici olarak sona ermiştir.” (s.34)
“Sirhindî, müridlerinden biri olan Hacı Lahorî’ye bir mektubunda şöyle seslenmektedir: ‘Şeriat üç kısımdan mürekkeptir ilim amel ve ihlâs. Bu üçü mevcut olup gerçekleştirilmedikçe şeriatın ifa edildiği söylenemez. (…) Tasavvuf ehlini toplumun diğer kesiminden ayıran tarîkat, şeriatın hizmetkârıdır ve onun üçüncü unsuru olan ihlâsın kemâle erdirilmesi vazifesini görür. Tarikata ulaşmanın amacı şeriata ilave bir şeyler oluşturmak değil, sadece şeriatın kemâlidir… (…)’ Tarikat ve şeriat arasındaki ilişkiye dair bu anlayış ve mistik tecrübenin bir amaç olarak geçersizliğinin beyanıyla Sirhindî, Nakşibendiyye’nin Ebû Bekir’den miras aldığı ayıklığı ve Hâce Ahrâr tarafından şeriatı tatbike olan amelî vurguyu pekiştirmiştir.” (s.38)
“(…) Allah ile yalnız kalmanın doğrusu cemiyet içinde olanıdır; çünkü İslâm ideali hem dışsal bir faaliyetin, hem de içsel bir huzurun birleşimini gerektirir ve garanti eder. Bu bağlamda Nakşibendîler sık sık Kur’ân’ın şu ifadesine atıfta bulunurlar: ‘O adamlar ki ne ticaret ne alışveriş onları Allah’ı anmaktan alıkoyamaz.’ (Nûr, 37) Son olarak sefer der vatan, yani vatandayken yolculuk etmek, sûfî hayatının genel bir özelliği noktasından farklılığa işaret eder. (…) Zikrin uygulayıcısının ideal durumu Câmî tarafından şöyle tasvir edilmiştir: Kişinin zikirle meşguliyeti öyle olmalıdır ki o şahsın yanına oturan birisi, onun durumundan tamamen habersiz olabilmelidir.” (s.128)
“(…) Çok yerinde bir teşhis ile İbn Arabî’nin de dediği gibi: ‘Olağan, olanın içinde kalmak sûretiyle olağan olanın dışına çıkmaktadırlar.’ (İnnehüm fî hârikü’l-ade fî ayni’l-âde). (İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, c.3,s.36)
“ (…) Lârî’nin dediğine göre, Câmî kendisini diğer insanlardan farklı göstermek istemezdi; bu nedenle her ne kadar içten yalnız olmak istese de insanların arasına karışırdı ve Lârî’ye ‘insanlardan farklı olmamak ve dikkatleri üzerine çekmemek için’ dâima zâhirî bir işle meşgul olmasını tavsiye ederdi. (…)” (s.141)
No Comments