Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-I, Şit Fassı’ndan ‘İlim malûma tâbidir’ başlıklı bölümden alıntılar
Müellifi Muhyiddin İbnu’l Arabî olan eserin Tercüme ve Şerh’i Ahmed Avni Konuk tarafından yapılmış, yayına hazırlanması Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve merhûm Dr. Selçuk Eraydın tarafından gerçekleştirilmiş bu ünlü eserin I. Cildinin Şit Fassı’nın İlim malûma tâbi’dir başlıklı bölümünün birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
“İlim Hakk’ın sıfatlarından bir sıfattır; ve Hakk’ın sıfatları, Hakk’ın zâtında mündemic (içkin -a.a.-) birtakım nisbetlerden ibâret olup zâtıyla berâber kadîmdir (evveli olmayan). Ve her sıfat bir ismin menşe’idir (kökeni -a.a.-). Meselâ ilim sıfatından Alîm; ve hayatdan Hayy; sem’den Semî’; ve basardan Basîr; irâdeden Mürîd; kelâmdan Mütekellim; kudretten Kadîr ve Kaadir; tekvînden Mükevvin isimleri inbiâs eyler (ortaya çıkar). Ve her bir isim zâtî şuûnâtdan bir şe’ndir (iş, hâl, olay). Ve ilâhî isimler tümeller yönünden sayılabilirdir; fakat tikeller yönünden sınırlanabilir ve sayılabilir değildir; çünkü sonsuzdur. Meselâ Hayy ismi bir tümel isimdir; onun altında muharrik (hareketli), muhassis (hissettiren), mümeyyiz (ayırıcı), muhyî (ihyâ edici/hayat veren), muskî (su veren), vs. gibi birçok tikel isimler vardır. Ve bunların her biri âlem sûretlerinden bir sûretin terbiye edicisidir; Ve o sûret bu ilâhî işin bir aynası olup onda daima o ismin hükümlerinin sûretleri görünür. ‘Bölünmeyen her ânda Hak bir işdedir.’ (Rahmân, 55/29) Ve bu isimlerin hepsinin isimlenmişi bir olup, cümlesi o isimlenmişin aynıdır (hakikatidir); ve müsemmâ (isimlenmiş) ise Hakk’ın zâtıdır. Dolayısıyla isimler de Hakk’ın zâtıyla berâber kadîmdir (öncesiz).
Şu halde Hakk’ın sıfatlarına ve isimlerine olan ilmi, zâtına olan ilmidir. Böyle olunca ‘ilim’ kadîm, ‘malûm’ da kadîm olur. Ve ‘ilim malûma tabîdir’ denilince, evvelâ malûm hâdis (yeni ortaya çıkan) olur, ondan sonra ilim de ona lâhık (eklenen) olur manâsı anlaşılmamalıdır. Malûmun ilme takaddümü (önceliği), zamanî değil, aklîdir. İşte aklen, ilk önce ‘malûm’ ve sonra da ona bağlanacak olan ‘ilim’ var olması gerektiği için ilim malûma tâbi olmuş olur. Ve malûm olmayan şey istenemeyeceğinden, irâde de ilme tâbi olur. Ve irade olunmayan şey hakkında, kudret sarfına yer olmayacağından, kudret de irâdeye tâbidir. Bu bilgilerin (maârif) zevkine varıştan sonra anlarsın ki sen, sana verdin; ve sen senden aldın. Şu kadar ki bu alış veriş Hakk’ın varlığında ve Hakk’ın varlığıyla vâki olmuş ve olagelmekte bulunmuştur. Bu âlemde bölünmeyen her ânda, eline geçen her bir metâ (eşyâ) ister tabiatına uygun gelsin ister gelmesin, hep senin hazînendeki metâdır.Boş yere kimseyi ayıplama!
Kader sırrına vâkıf olan sınıf iki kısım üzerinedir: Bir kısmı Hakk’ın ona ve zâhir (görünür) ve bâtın (iç/gizli) durumlarına olan ilmi, kendi sâbit hakikatinin gereği üzere olduğunu öz olarak bilir; ve onun bu icmâlî (öz) ilmi burhân(delîl) ve îmân ile olur. Ve diğer kısmı da bu kader sırrını böyle burhân ve îmân ile öz olarak değil belki keşf ve ayân (hakikatler) ile ayrıntılı olarak bilir. Ve kader sırrını ayrıntılı olarak bilen, öz olarak bilenden daha yüksek ve tamdır. Çünkü kader sırrını ayrıntılı bilen kimse kendi hakkında ilâhî ilimde sâbit olan şeyi bilir. Ve bu biliş de iki sûretle olur: Ya Hak Teâlâ Hazretleri o kimsenin sâbit hakikatinin ilâhî ilimde ne sûretle malûm olduğunu ona bildirir. Eğer o kimse bir nebî ise bu i’lâm, Hak tarafından ona ya melek vâsıtasıyla veyâhut kalbine ilkâ ve inzâl ederek ta’lim ile olur. Ve eğer o kimse vâris velî ise, onun sâbit hakikatinin gerektirdiği belirli hâllerin nelerden ibâret bulunduğu kalbine telkinle olur. İkinci sûret de, Hak onun sâbit hakikatini ve sâbit hakikati üzerinde sonuçsuz durumların intikâllerini kendisine keşf eder (açar). (…) Ve kader sırrını böyle keşf ile bilen, Hakk’ın öğretmesi ile bilenden yüksektir. Zîrâ bu kâmil insanın kendi nefsine olan ilmi Allah’ın ilmi derecesinde olur. Çünkü Hakk’ın ilmi, onun sâbit hakikatinden alınmış olduğu gibi, kendisin ilmi de yine buradan alınmıştır. Dolayısıyla her iki ilim tek madenden ve bir menbadan olmuş bulunur. (…) Yani gerek Hakk’ın ve gerek kulun ilmi, sâbit hakikatden alınmış olmak itibariyle her iki ilim de bir menba’dan ise de aralarındaki fark budur ki, Hakk’ın sâbit hakikatlere olan ilmi bi-zâtihîdir; ve belki O’nun ilmi hakikatlerin yerleşmesini gerekli kılmıştır. Fakat kulun ilmi Hakk’ın inâyetiyle hâsıl olur. Yani kula nisbetle Hak tarafından onun için öne geçmiş bir inâyettir; ve o inâyet de o kulun sâbit hakikatinin hâlleri cümlesindendir, yani sâbit hakikatinin meydana çıkarılmış olan istidâdının diliyle Hak’tan taleb ettiği şeydir. Hak Teâlâ bir kimseyi kendi sâbit hakikatinin hâllerine muttali kılınca, bu keşif sahibi o inâyeti bilir. Dolayısıyla kulun sâbit hakikate olan ilmi, ilâhî ilimde sâbit sâbit ve belirmiş olduktan sonradır. Oysa Hak bu sâbit hakikatlere, ilmî belirmeden evvel, yokluk hâlinde iken dahi vâkıftır. Kulun yokluk hâlinde olan sâbit hakikatlere vâkıf olmağa tâkatı yoktur. Çünkü yokluk hâlinde sâbit olan hakikatler zâtî birliğin nisbetleridir. Vahdet mertebesinde, Hak nisbetlerinin ilmî varlıkları ve ve onların henüz sûretleri olmadığından kulun onları bilmesi mümkün değildir. Çünkü bu mertebede Hak nisbetleri kendi zâtının ‘hakikat’idir; ve ilim de zâtî nisbetlerden bir nisbettir. Dolayısıyla Hakk’ın ilmi de zâtının ‘hakikat’idir. Vahdette mahlûkıyyet itibarî olduğu yönle, mahlûk ilmi de bahis konusu olamaz.
Şu halde bu mikdâr ile biz deriz ki, muhakkak ilâhî inâyet, ilim ifadesinde, bu kul için, bu eşitlik ile öne geçti. Ve buradandır ki, Allah Teâlâ ‘Tâ ki biz bilelim’ (Muhammed,47/31) buyurur. Ve o, manâsı muhakkak olan bir kelimedir. (…)” (s.197-200)
No Comments