“Gerçek insân-ı kâmil, zorunluluk ile imkân arasında berzahtır.”

 

Muhammed Ali et-Tehânevî’nin “Keşşâfu Istılâhati’l-Fünûn ve’l-Ûlûm’dan ‘İnsan’ Maddesi” başlıklı yazısının (2 aylık düşünce dergisi Teklif , Kasım 2022, sayı 6, s.219, Çev. Sami Turan Erel) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar(bunlardan ilki s.223, 2. paragraftan bir cümle, alıntı olarak başlığı teşkil ediyor) oluşturacak bu yazıyı.

“İmam Râzî et-Tefsîrü’l-kebîr’de yüce Allah’ın ‘De ki: Ruh, Rabbimin bir işidir.’ sözünün tefsirinde şöyle demiştir: Bil ki zarûrî bilgi, işte burada, insanın ‘ben’ sözüyle işâret ettiği bir şeyin bulunmasıyla meydana gelir.İşâret edilen şey ya cisim olur ya araz olur ya da bu ikisinin toplamı olur ya bu ikisinden başka bir şey olur ya da bu ikisinin ve üçüncü şeyin bileşiminden meydana gelen bir şey olur. (…)

İnsanın bu özel duyulur bünye ve bu cisimsel-duyulur yapıdan ibaret olduğunu söyleyenler, kelâmcıların çoğunluğudur. Bize göre bu görüş batıldır; zira bedihî (besbelli) bilgi, bu cüssenin parçalarının büyüme ve solma, irileşme ve zayıflama organlarından birinin fazla olması ya da eksilmesi bakımından artarak ve eksilerek değişimiyle meydana gelir. (…) Ayrıca herkes sarih aklıyla ve her bir organının kendine izâfe edilmesiyle birlikte hükümde bulunur. Böylece ‘başım’, ‘gözüm’, ‘elim’ der. Muzaf (bağlı), muzafun ileyh’ten (tamlayan) başkadır. İnsanın ‘kendim’, ‘zâtım’ sözüyle beden kasdedilir. (…) Çünkü insan bazen bedeni ölü olmakla beraber diri olur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: ‘Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma! Bilakis onlar diridirler; Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar.’ (Âl-i İmrân, 3/169) Yine şöyle buyurmuştur: ‘Bu azap, onların sabah akşam sokulacakları ateştir.’(Ğafir,40/46) Şöyle de buyurmuştur: ‘Tufanda boğuldular ve ateşe atıldılar.’ (Nuh, 71/25) Bunlar gibi, insan ile bedeninin başkalığına delâlet eden âyetler çoktur. (…) Çünkü insanın hakikati yüzey ve renkten başkadır. Oysa görülebilir olan her şey yüzey ve renktir. Böylece, duyulur bir cisim olması şöyle dursun, insanın hem cisim hem de duyumlanabilir olmadığı sabit oldu.

(…) İnsan bedeninde saf unsurî cisim meydana gelmesi imkânsızdır. Dolayısıyla meydana gelen, unsurların mezcinden (katışmasından) doğan bir cisim olmalıdır.

Toprağın baskın olduğu cisim; kemik, et, iç yağı, sinir ve benzerleri gibi yoğun ve sert organlardır. İnsanın bu bedenden başka bir şey olduğunu savunan akıl sahibi hiçbir kimse, onun bu organlardan birinden ibaret olduğunu söylememiştir. Çünkü bu organlar yoğun, ağır ve zulmânîdir (karanlıkla ilgili).

Suyun baskın olduğu cisim dört karışımdır (ahlât-ı erbaa). Bunlardan -kan hâriç- herhangi birinin insan olduğu (şeklinde bir görüş) vaki olmamıştır. Onlardan bazıları şöyle demiştir: Kan ruhtur, zira onun çıkması ölümü gerektirir.

Hava ve ateşin baskın olduğu cisim ruhlardır. Ruhlar ise doğal sıcaklıkla karışan ve doğan havasal cisimlerdir. Bunlar ya kalpte ya da beyinde bulunur. Bu cisimlerin ruhun kendisi, ruhun ise insan olduğunu söylemişlerdir. Sonra ihtilâf etmişler ve kimileri, insanın beyinde bulunan parçalanmayan parça olduğunu, kimileri de ruhun bu kalbî ve beyinsel ruhlarla karışan ateşsel parçalardan ibaret olduğunu ve doğal sıcaklık olarak isimlendirilen bu ateşsel parçaların insanın kendisi olduğunu söylemiştir. İnsanlardan bazısı da ruhun nûrânî, semâvî ve güneş ışığının tabiatı gibi latif cevhere sahip cisimlerden ibaret olduğunu söylemiştir. (…) Beden oluştuğunda ve istidâdı tamam olduğunda -ki yūce Allah’ın ‘Onun şeklini tamamladığımda’ sözüyle kastettiği budur- bu değerli, semâvî ve ilâhî cisimler, ateşin kora, susam yağının susama, gül suyunun güle nüfûzu gibi bedenin organlarının içerisine nüfûz eder. Bu cisimlerin bedene nüfûzu, yüce Allah’ın ‘Ona rûhumdan üfledim’ sözüyle kastettiğidir. Sonra beden sağlam olarak ve bu değerli cisimlerin kendisine nüfûz etmesini kabil olarak kaldıkça diri olur. Bedende yoğun karışımlar doğarsa, bu karışımlar, yoğunluğundan dolayı o değerli cisimlerin onda yayılmasını engeller, böylece bu bedenden ayrılırlar ve ölüm gerekir. Bu, üzerinde düşünülmesi gereken kuvvetli ve değerli bir görüştür. Bu görüş, hayat ve ölümün hâlleri gibi ilâhî kitaplarda geçenlerle örtüşmesi bakımından doğrudur. İnsanın bedenin dışında bulunan bir cisim olmasına gelince bu görüşü savunan herhangi birini bilmiyorum.

İkinci kısma gelince, bu, insanın bedendeki bir araz olduğudur. Bunu akıl sahibi biri savunmaz. Çünkü insan ilim, kudret, tedbir ve tasarrufla nitelenir. Böyle olan ise araz değil cevherdir. Ancak savunulması mümkün olan, insanın bir takım özel arazlarla vasıflanma şartıyla insan olduğudur. Bu takdire göre insanların bu konuda. (farklı) görüşleri vardır. Birinci görüş şudur: Unsurlar mezc olduğunda ve her birinin keskinliği diğerininkiyle kırıldığında mutedil bir nitelik meydana gelir ki bu mizaçtır. Mizacın mertebeleri sonsuzdur. Bunlardan bazısı insânî, bazısı feresîdir (burçsal). İnsânî olan özel bir takım niteliklerle anılan ve unsurların özel bir miktarda parçalarının karışmalarıyla doğan cisimlerden ibarettir. Bu, tıpçıların çoğunluğunun, nefs (anlayışını) inkâr edenlerin ve Mu’tezile’den Ebü’l-Hüseyin’in görüşüdür. İkinci görüş, insanın hayat, ilim ve kudret sıfatıyla -ki bunlar cisimle kâim arazlardır- nitelenme şartıyla özel birtakım cisimlerden ibaret olduğudur. Bunu savunanlar ruhu ve nefsi inkâr etmişler ve insanda, bu özel arazlardan oluşan ve onlarla nitelenen cisimler bulunmadığını söylemişlerdir. Bu, Mutezile âlimlerinin çoğunun görüşüdür. Üçüncü görüş ise insanın, yine hayat, ilim ve kudretle nitelenme şartıyla, bir takım özel şekillerle nitelenen cisimlerden ibaret olduğu ve insanın, bedeninin şekliyle diğer canlılardan ayrıştığıdır. Bu görüş sorunludur; zira meleklerin insanların suretlerine benzedikleri olur. (…) Üçüncü kısım, insanın cisim ya da cismânî olmayan bir mevcûd olduğudur. Bu, filozoflardan cismin yok oluşunu savunan ve nefs hakkında rûhânî meâd (âhiret) ile rûhânî sevap ve cezayı olumlaya metafizikçilerin çoğunun görüşüdür. (…) Bil ki, riyâzet ehli ve mükâşefe ve müşahede erbabı kâmil âriflerin çoğu bunu savunmakta ısrarcıdır ve bu görüşte karar kılmıştır. (…)”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked