Abdülkerîm el-Cîlî’nin “İnsân-ı Kâmil” adlı eserinden sözler olarak bazı alıntılar
Mütercimi Abdülaziz Mecdi Tolun, Yayına Hazırlayanlar’ı (merhum) Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın, (günümüzde Prof.Dr.) Ekrem Demirli, Abdullah Kartal olan eser İZ Yayıncılık’dan 4. baskısı 2015’de yapılmış kitaptan düşündürücü bulduğum sözler olarak yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
“İnsan, Allah’ın hâriçdeki en mükemmel mazharı (zuhur yeri), O’nun kendi sûretinde yarattığı varlık ve Hakk’ın kendisinde isim ve sıfatlarını gördüğü aynadır.” (s.16)
“Alemdeki her şey Allah’ın bir sıfatının veya her hangi bir isminin tecellisine mazhar olabilmişken, Allah’ın kendi sûreti üzere yarattığı insan Allah’ın birbirine zıt bütün isim ve sıfatlarını câmi olan bir mazhardır.” (s.17)
Her insanın bi’l-kuvve (potansiyel olarak) sâhip olduğu bu imkân, sâdece İnsân-ı Kâmil için bi’l-fiil mümkündür.” (s.17)
“(Hemen önceki sözün devamı olarak:) Bu itibarla İnsân-ı Kâmil, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını bi’l-fiil kendisinde tahakkuk ettiren varlıktan ibarettir. Bu da sadece Hz. Peygamber’e has bir imtiyazdır. Kendisinden önce veya sonra yaşamış bir nebî veya velîye bu ismin verilmesi niyâbet (vekâlet) yoluyladır.” (s.17)
“İbnü’l-Arabî’de olduğu gibi Cîlî’nin görüşüne göre de, İnsân-ı Kâmil varlığın başlangıcından ebediyete kadar tektir. Sûretleri itibariyle ise çoktur ve her zamanda o zamanın sâhibi sûretinde zuhur eder ve onun ismiyle isimlendirilir. Ancak gerçek ismi Muhammed, künyesi Ebu’-Kasım, özelliği ise Abdullah’dır.” (s.17)
“(…) İnsan, Mutlak Varlık’ın tenezzül (inme/alçalma) ve taayyününe (belirmesine) mukabil, manevî ve rûhî olarak terakkî edip, Hakk’a miracını tamamlayıp isim ve sıfatların kendisinde tahakkuk etmesini sağlar. Bu terakki veya miracın ilk aşamasında sâlik, ilahî isimlerin tecellilerinin mazharı olur.
Bunun neticesinde kul, bu tecellilerin altında ‘fani’ olur. (…) Kendisinde isimlerin tecelli ettiği kişi, ancak ‘sırf zâtı’ müşahede eder; ismi müşahede etmez. Hak kulda hangi isim ile tecellî ederse, kul bu isimle müsemma olan zatın, kulun sûretinde veya bütün varlığın sûretinde tecelli ettiğini müşahede eder.” (s.17) “(…) Son devir önemli mutasavvıf ve ediplerinden birisi olan Abdülaziz Mecdi Tolun 1937 yılında Tasavvuf tarihinde büyük önemi olan bu klasik eseri tercüme ederek hem Türkçe’ye hem de tasavvuf kültürümüze önemli bir katkı sağlamıştır. (…) Son olarak böyle bir eserin hazırlanmasına girişen fakat ömrü vefa etmeyen rahmetli hocamız Selçuk Eraydın Beyi rahmetle anıyoruz. Teşvik ve yönlendirmeleriyle bu çalışmanın gerçekleşmesinde büyük katkıları olan muhterem hocamız Prof. Dr. Mustafa Tahralı Bey’e teşekkür etmeyi bir borç biliriz. Ayrıca kitabın yayınlanmasında büyük hassasiyet gösteren, başta muhterem hocamız Doç. Dr. İlhan Kutluer Bey’e ve İz Yayıncılık’ın yönetici ve mensuplarına da teşekkür ederiz. (…), mütercim merhûmu da rahmet ve minnetle anarız. Ekrem Demirli 10/11/ 1998” (s.18-21) (Tercümenin Yayınlanması Hakkında Birkaç Söz’ başlıklı bölümden.)
“(…) Abdülkerim Cîlî’nin de Varlık hakkındaki nihaî tasavvuru, kendisinden önceki sûfîlerin de ifade ettiği ‘Varlık, özü ve hakikati itibariyle bir ve aynı şeydir. Kesret ve taaddüd ise izâfîdir.’ görüşünden ibarettir. Bu düşünce de vahdet-i vücûddan başka bir şey değildir. (…) Cîlî’ye göre sıfatlar, İbnü’l-Arabî’de olduğu gibi, ‘âlem’ diye isimlendirdiğimiz haricî varlıkların ‘ayn’ıdır (aslı / hakikati / özü). (…) Zât-ı ilâhî ya da Mutlak Vücûd da, ilâhî sıfatların ‘ayn’ıdır. (…) Cîlî’ye göre hâricî âlemin Hakk’a nisbeti, kabuğun öze nisbeti gibidir. Mutlak vücûd ya da ilâhî zât ise gayb âlemidir. (…) Akıl, kendi mertebesinde zât hakkında hiçbir bilgi elde edemez. Ancak isim ve sıfatların perdelerini aşıp, mahlûkattan ibâret olan ‘zâhirî varlığa’ bakarsa, ‘hakikat’in bütün zıtları ihtiva eden bir ‘öz’ olduğunu anlar: hakikat ezelî ve ebedî, hak ve halk, kadîm ve hâdis, rab ve abd, zâhir ve bâtın, vâcib ve mümkün, mefkud (kayıp / yok) ve mevcûd, sâbit ve menfi, ve benzer zıtlıklardan ibârettir. Fakat bu ikilik gerçekte izâfidir ve bizim bakış açımıza göredir; bizzat varlık açısından ikilik söz konusu olamaz. Yani ‘hakikat’ farklı iki varlığa tekabül etmemektedir. İki bakış açısı ile bakılan, gerçekte tek bir varlıktır. Hakikate zât açısından bakıldığında ‘hak’ denir; sıfatlar ve isimler cihetinden bakıldığında ise ‘halk’ denir. Zât, sıfât ve isimlerin ‘ayn’ıdır. (…) Bu açıdan isim müsemmanın aynıdır. Hak ancak halktan ibaret olan isimleri ve sıfatları ile bilinebilir. Hadîs-i kudsîde şöyle denmektedir: ‘Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim ve mahlûkâtı yarattım. Beni onunla bildiler.” (s.15) “İnsanı hakîkatte hayrette bırakan ve kimsenin görmediği büyük beyaz bir kuştan ibâret olan o Ankâ’nın altıyüz kanadı ve yukarıya i’tilâ (yükselme) için bin adet tayerân(uçma) âleti vardır. Harâm onun yanında mübâhdır. İsmi, Seffâh İbn Seffâh’dır. Bu kuşta bir nokta vardır, bilmece oradadır. (…) Yine dedim ki: ‘Bu kuşun mahalli neresidir?’ Cevâben dedi ki: ‘Vüs’at ve kudret ma’deniyle hayret mekânındadır.’ Böyle deyince ibâreyi bildim, işareti anladım, mülkten ve melekten daha ileri geçerek felek cevfinde uçmağa başladım. ‘Ankâ-yı mağrib’ denilen o kuşun âleminde feveran ederken, o kuştan ne haber ne de eser buldum. (…) Bu sûretle sıfattan soyutlanınca zât feleki’ne girmek müyesser oldu. İşte o sırada hayret denilen deryaya müstağrak oldum. (…) Yine gördüm ki, ‘elif’ (Allah) göğsümde, ‘cim’ (Cemal) alnımda, ‘ha'(hayat) gerdanımda. (…) Bu mülâkâtı rivayet eden Abdülkerîm der ki: ‘O zât-ı âlî’ye farz olan ve mühürlenmiş kâse nedir? diye sordum. (…) Sonra tekrar yaklaşma ve söylediği sözleri tercüme ederek dedi ki: ‘Ma’kûl olan mürşid, kelâm mahmilidir ki, nefsi için maksûd değildir; belki mahmûl(mürîd) in maksûddur. (…) İşaretteki tayin yerini ve ibarelerdeki darlığı görmüyor musun? İşte zâtı idrâke erişmekten acze kâil olan da bunların hepsini düşünerek kâil olmuştur (boyun eğmiştir). (…) Allah’ı tanıyan bir şeyi idrâkten aczini itiraf ederse, bu itiraf o şeyin sıfatına vukuf yokluğundandır. Çünkü sıfatlar idrâk olunamaz. Bu idrak mikdarı o şeyi lâyık olduğu vechile bilmek için kâfidir. İşte bundan ötürü bu mikdar marifet sende hâsıl olunca idrâk de hâsıl oldu demektir. Sıddîk-ı Ekber’in ‘İdrâkten aczi idrâk, bir tür idrâktir’ demesi yerindedir. Diğer bir rivâyette Hz.Ebû Bekir ‘İdrâke ulaşmaktan acz, idrâktir.’ demiştir. İdrâkin husûlüyle idrâkten acz olmaz. Burada kul izzetle sıfatlanmıştır ve acz kendinden ayrılmıştır. (En’âm, 6/103) buyrulması ‘Mahlûkatın gözleri onu idrâk edemez’ ma’nâsınadır. Ama ezelî saklı görme ki, kul onunla görür, o görme bir hadîsin hakikatidir. Bu sırrı iyi anla!” (s.44-45- 46)
No Comments