Ahmet Aksay Posts

Gayb üzerine

 

2 aylık düşünce dergisi olan Teklif’te (Temmuz 2022 /Sayı 4) başlıkta belirtilen konuda bir açık oturum ve yazılar var. Bunlardan yer yer yapacağım alıntılamalardan oluşacak bu yazı.

AÇIK OTURUM’dan :

İ.Fazlıoğlu: (…) Bu çerçevede gayb, metafizik ve meçhul kavramları arasında bir ayrım yapmak önemli. (…)

Ö.Türker: (…) kelime anlamları itibariyle bunlar birbirleriyle ilişkili gözüküyor, ilişkiden ziyade zaman zaman birbirlerinin yerine kullanıldığı oluyor. Fakat aralarında farklılık var. ‘Meçhul’ çok çok genel bir ifade, o aslında bir terim değil.

İ.Fazlıoğlu: Evet! Ancak şunun için ekledim: İngilizce’de unknown yani bilinmeyen/meçhul diyorlar ‘gayb’a; (…).Ama unknown gayb değil. Ö.Türker: Evet evet, ‘meçhul’ herhangi bir disiplinin terimi değil, gündelik dildeki anlamıyla kullanılır, ‘bilinmeyen’ demektir. (…) Burada terim olan, metafizik ve gayb kelimeleridir. Gayb, en genel anlamıyla duyulardan gizli olan yani insanın beş duyu organıyla idrak edemediği durumlar anlamına geliyor. İ.Fazlıoğlu: Peki, aklın idrak edebildiği şey midir gayb?
Ö.Türker: (…) Aslında insanın aklıyla idrak edebildiği şeyler nazarî olarak bilinmeyen kısmına girebilir ama gayba girmez. Nazarî gayb diye bir şey olmaz. A.A.Çitil: Duyulurlar cihetinden düşünülürler gaybî olabilir ama bu anlamda kendinde gaybî diyemeyiz. Türker: Evet diyemeyiz. Ama bu durum zaman zaman metafizik ile gaybın karıştırılmasına yol açmış. Metafizik, cismanî olmayan demek,sadece duyulur olmayan demek değil. Yani cismanî olanın ötesine geçen yahut cismanî olana indirgenemeyen demek. Dolayısıyla metafizik şu masanın varlığıyla, insanın varlığıyla, nesnelerin varlığıyla-imkânıyla ve zorunluluğuyla ilgili bir şeydir. Nihaî anlamda metafizik Tanrı’yı bilmekle sonuçlanır. Yani varoluşun bütünlüğünü idrakle neticelen bir şeydir. Bu manâda metafizik gayb olmayan, şu anda duyularımızla idrak ettiğimiz nesnelerin tamamını da kapsamına alan ama mefhum (kavram) olarak bunların varlık, birlik, zorunluluk ve imkân gibi cihetlerini inceleyen disiplinin ismi yahut onların aklen kavranabilir olan yönünün ismi iken gayb duyulardan gizli olanların bütününün ismidir. Eğer bir şey cismâniyse, cismanîlik bakımından metafiziğin kapsamına girmez ama gaybın kapsamına girebilir. (…) Gayb aynı zamanda henüz olmamışı da ifade ediyor. Yani muhtemel ve gelecekte olanı da ifade ediyor. Bizim için gayb olan henüz idrak edemediğimiz şey anlamındadır, fakat aklımızla değil, yine ‘duyularımızla’ idrak edemediklerimiz anlamındadır. “Ruhun veya nefsin gayba bakan kapısını açamayan kimse metafizikçi olamaz. Nasıl ki fizik ve matematiğin alanları hem tecrübî hem nazarî (teorik) ise metafiziğin alanı da hem tecrübî hem de nazarîdir. Bu durumda metafiziğin gaybî alanını tecrübe eden peygamberler, veliler ve hakîmlerde aksi alınamaz bir idrak ortaya çıkabilir.” (Ömer Türker’in “Metafizik ve Gayb” başlıklı yazısından)

“14 Mayıs 1950’de cereyan eden ilk serbest seçimde kurtuluş yolunun CHP’den geçmeyeceği kararı bir şekilde verilmiş oldu.”

 

İsmet Özel’in, İstiklâl Marşı Derneği internet portali İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında BAYRAKTA KALAN YILDIZ başlığıyla çıkan 23 Şaban 1444 (15 Mart 2023) tarihli yazısının (istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?ld=165&Katld=7) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalardan (bunlardan ilki, o yazının üçüncü paragrafından yaptığım bir alıntılama olup bu yazının başlığını teşkil ediyor) oluşacak bu yazı.

“İstiklâl Marşı ‘O benim milletimin yıldızıdır parlayacak’ diyor. Aramızda bu deyişe inanmış olanımız var mı? Eğer varsa niçin, ne sebeple bu inanç doğmuş kesinkes bilmiyorum. Bana bildirilmedi. (…)”

“(…) Saltanatın ve hilâfetin reddedilişi batılılaşma (batılılarda ne varsa bizde de o olsun) fikrinin dal budak salmasının bir sonucu olarak karşımıza çıktı. Resmi görüş her ne kadar ‘imtiyazsız-sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz’ dese de Cumhuriyet idaresi millet ve devlet arasındaki farkı başımızda bir halife-padişah olduğuna inandığımız dönemden daha müşahhas hale getirdi. (…)”

“Üç Zor Mesele”

 

İsmet Özelin bu kitabının başlığını tamamlayan meseleleler Teknik- Medeniyet-Yabancılaşma’dır. TİYO Yayınları’nın ve İsmet Özel Kitapları’nın 2. Kitabı olan bu eserden (Eylül 2014 II. Baskı) yer yer yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“ ‘Tecrid’ (soyutlama), İslâm’ın emir ve nehiylerinin bütün zamanlar ve yerlerde geçerli olduğunu bilmektir. İslâm’ı anlama bakımından ‘tecrid’ safhasında isek müslîm olarak düşünür ve davranırız. (…) ‘Tecrid’ safhasında Kur’anda vaz’edilen (konulan) apaçık ilkeler öndedir. (…) Bütün doğrular Kur’an-ı Kerîm’dedir ve Kur’an dışında ‘doğru’ yoktur. (…) Küfre karşı sağlıklı bir tutum takınmak ancak, İslâm’ı kavramada ‘tefrid’ safhasına ulaştıktan sonra mümkün olabilir.

‘Tefrid’, Allah’ın hükmünün yürüdüğünü görmektir. İslâm’ın bütün zamanlar ve bütün yerlerde münferiden bir manâya sahip olduğunu, her yer ve zaman için anlaşılması gerekli, özgül (specific) hükümler taşıdığını bilmektir. İslâm’ı anlama bakımından ‘tefrid’ safhasında isek mü’min olarak düşünür ve davranırız. (…) ‘Tefrid’ safhasındaki Müslüman, hepsi aynı millet olan küfre karşı (eğer modern bir deyim kullanmayı tercih ederseniz, bir ‘sistem’ olan küfre karşı) ne yapılması gerektiğini bilir. Bilir ama yapabilir mi? Yapabilmesi için Müslümanın İslâm’ı kavrayış bakımından ‘tevhid’ safhasında olması gereklidir.

“İlâhî seviyede adalet her şeye hakkını vermek değildir. Zira hiçbir yaratılmışta yaratılışın başlangıcı itibariyle hak edilmiş bir varlık payı yoktur, yaratılış baştanbaşa lütuf ve ihsandır.”

 

Ömer Türker’in 2 aylık düşünce dergisi olan Teklif’te (Sayı 5/Eylül 2022) çıkan “Adalet Üzerine” başlıklı yazısından yer yer yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki o yazının üçüncü sayfasının sonuna yakın iki cümlelik bir alıntı olup bu yazının başlığını teşkil etmekte) oluşturacak bu yazıyı.

“(…) Zira zulmün kendinde varlığı yoktur, adaletin mutlak kuşatıcılığının bir parçası olarak ortaya çıkar. Bu bakımdan birey, aile ve toplum düzeyindeki yönetimde adalet, ilâhî adaleti herhangi bir sapma olmadan sosyal ve siyasî hayatın bütününe tatbik edebilecek bir ilkeye ihtiyaç duyar. İşte bu ilke nebidir. Nebi, zulme düşmeden her hak sahibine hakkını verebilecek bir düzen kurma kabiliyet ve yetkinliğini haizdir. Aksi halde ilâhî adalet insan türünün bütünü dikkate alındığında tasdik edilebilse de fertlerin fiillerinin ayrıntısı ve fertlerin kendisi dikkate alındığında zulüm olan fiillerle çelişir. (…)

Metafizikçi filozoflar adaleti, her bir mevcudun kendi kabiliyetine göre varlıktan pay alması anlamında kullanır. Buna göre Tanrı’dan gelen varlık anlamı, tüm mevcutlara onların kabiliyetlerine uygun şekilde yani hak ettikleri miktarda dağılır, böylece her şey kendi hak ettiği yere konulmuş olur. (…) Mu’tezîliler, adalet kavramını, belirli bir ahlâkî fâilden bağımsız ele alarak hem Tanrı ve âlemin bütünü dikkate alındığında hem de insan fiilleri dikkate alındığında iradî varlık açıklamasının temel kavramına dönüştürmüştür. Diğer deyişlle Mu’tezile’ye göre Allah ile kul arasındaki ilişkiyi düzenleyen ilke adâlettir.

Bir bütün olarak dinî düşünce gelenekleri, bu dünyayı ve hayatı Allah’ın kulu imtihanı için bir vasat olarak değerlendirdiğinden herkesin hak ettiğini alması anlamında bir adâlet kavramının dünya içre geçerli olmadığını, adâletin ancak karar günü olan ahirette tam manasıyla tahakkuk edeceğini düşünür. Fakat âhirette tahakkuk edecek adâlet de rahmet ve lütfun bir parçasıdır ve insanlar hak ettiğinden ziyade ilâhî rahmetten muhtelif seviyelerde pay alacaktır. Tam da bu sebeple insanî varlık alanına uzanan boyutu olsa da metafizik mesele olarak adaleti ele almak ile insanın kendisi ve diğer insanlarla ilişkisinin tartışıldığı bir mesele olarak adâleti ele almak oldukça farklı yönlere ve sonuçlara sahiptir. (…)

İslâm geleneğinde adalet, ilkelerini vahiyden alır. Vahiy, İslâm düşünce geleneklerinin tamamının ortak paydasını oluşturur.

Maksat, maslahat ve kurallar, ancak yaptırım gücüne sahip siyasî bir otoriteyle desteklendiğinde toplumsal seviyede tahakkuk ederler. (…) Neredeyse insanlığın tüm büyük hamleleri sultanlıklar tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu bağlamda vazgeçilmez olan şey, inşa ve idameyi sağlayacak ve değişen şartlara göre yenilenmeye imkân verecek kurumsallaşmadır. Abbâsî, Selçuklu, Memlükler, Babürlüler, Timurlular, Osmanlılar gibi Müslüman toplumların kurduğu büyük devletlerde birbirinden önemli ölçüde farklılık barındıran kurumsallaşma, dolayısıyla da adâlet tecrübeleri görülmektedir. (…)

Güçlü bir hukuk düzeni olmayan toplumlarda arzu edilen seviyede adalet görülmez. İnsânî adâlet, ilâhî adâletten farklı olarak gecikmeyi kabil değildir. Bu bakımdan bir toplumda hukûkî süreçler makul bir gerekçe olmadan uzuyorsa o toplumda zulüm vardır.

“Allah’ın evvelâ (ilk olarak) yarattığı akıldır; Allah’ın evvelâ yarattığı kalemdir; Allah’ın evvelâ yarattığı, yâ Câbir, Peygamberi’nin nûrudur.”

 

Abdülkerîm el- Cîlî’nin(d.H.767- v.826 veya 832) İNSÂN-I KÂMİL isimli eserini Abdülaziz Mecdi Tolun (m. 1865-1941) Harf Devrimi öncesi Türkçe’ye tercüme etmiş; Yrd. Doç. Dr. (merhûm) Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli ve Abdullah Kartal eseri günümüz Türkçesi ile yayına hazırlamışlardır (İZ Yayıncılık, 4. baskı; 2015). Bu eserin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak. İlk alıntı da bu yazının başlığını teşkil eden hadîslerin manâları.

“Bir zaman şark ciheti garîblerinden biri ile Cenâb-ı Hak bana mülâkat nasîb etti. (Garîb, hakikat lisanında kevnî (kozmik) şeylerden, manevî hâller ve makamlardan soyutlanarak, sırf hakikate dâhil olan zât-ı âlîye denir. Bu mertebeye varan zâtlar hem her şeyden soyutlanmış, hem her şeyle kayıdlanmışdır. Böyle olan zevât (zâtlar), sırlarını başkasına anlatmağa kâdir olamadığından insanlar arasında garîb düşmüştür.) O zât samedâniyyet (Allah’a ve O’nun ezelî kuvvet ve kudretine mensup olma) yaşmağıyla ağzını kapamış, ahadiyyet (özellikle Allah’ın birliği) gömleğine bürünmüş, celâl kapanını giyinmiş , cemâl güzelliği tâcıyla taclanmış bir zât idi. Kemâl diliyle selâm verdi; selâmına hayır dua ile mukabele ettim.

“Sen sevdiğini hidâyet edemezsin; fakat Cenâb-ı Hak istediğini hidâyet eder.” manâsına olan (Kasas, 27/56) âyeti ile; “Sen elbette sırât-ı müstakîme (dosdoğru yola) hidâyet edersin “ manâsında olan (Şûrâ, 42/52) âyeti. Kezâ manâları “Allah’ın evvelâ halk ettiği akıldır; Allah’ın evvelâ halk ettiği kalemdir; Allah’ın evvelâ halk ettiği yâ Câbir Peygamber’inin nûrudur.” Bunlar birbirine mukabil gelmiştir. Bu gibi mukabil meselelerde yönlerin en güzeli, kusursuza en yakını ne ise oraya yüklenmeyle manâ veririz.