Ahmet Aksay Posts

Kerîm Kur’ân’dan ma’nâ olarak alıntılar”

 

“Allah bir kavmi hidâyete erdirdikten sonra, nelerden sakınacaklarını kendilerine açıklamadıkça, onları sapıklığa düşürecek değildir. Muhakkak ki Allah her şeyi en iyi bilendir.” (et-Tevbe, 9/115)

“Bir sûre indirildiği vakit, (müstehzî bir tavırla) onlardan bazısı ‘Bu sûre hanginizin imanını artırdı bakalım?’ der. İman edenlere gelince, (her inen sûre) onların imanını artırmıştır; onlar sevinç duyarlar.” (9/124)

“Sadaka vermekte gönülden davranan ve ancak ellerinden geldiği kadar verebilen inananları kınarlar. Sonra onlarla alay ederek eğlenirler.Allah onları maskaraya çevirecektir. Ve onlar için can yakıcı azap vardır.” (9/79)

Lütuf Mertebesi (el-Latîf İlâhî İsmi)

 

Lütuf bir gizlilik / Lütufta zuhur yok / Varlığım O’nunla ortaya çıktı / İşler O’nunla gurur / Sen el-Latif’in kulu ol / O işlerden haberdar olanın / Allah’ın dini kolaylık / Arzuyla güçleşir din / Muhalif olma veya arzuna uyma / En büyük hayır budur / Sözümü anlayan kişi / Gerçeği görendir

Bu mertebenin sahibi Abdüllatif diye isimlendirilir. Allah’ın lütfunun idraklerden gizli kalmasının nedeni şiddetle zuhurudur. Her göz onu görür, her göz o nurla bakar. Gören her gözde görme gücü Allah’tır. Burada fayda ancak bu gerçeği bilen, zevk ve müşahede yoluyla anlayana aittir. Burada taklit müşahedenin yerini alamaz. Sadece O vardır ve başkasından ayrışmamıştır. Zaten başkası yoktur ki, Allah ondan ayrılsın! Kimden gizlenecektir ki? Başkası mı var?

“Lütfun bir hükmü yok / Onun hükmü sen var olunca / Kalpte onun hükmü var / Düşünürsen, gam şeklinde bir hüküm / Orada değilsin sen, bana söyle: / Hükmünü kim belirler?/ Ondan bir bulut gelir / Kalplerin üzerine ve karanlıklar / Hayret akar durur / Ey kullarım! Benim kadrimi bilmedi / İsimlerim nerede, hükmüm nerede! / Yasağım nerede, emrim nerede! / Beni murakabe edin ki beni bulun / Varlığın gizli yerlerinde / Benim var olmam kaçınılmaz / Bu nedenle emrim sana emretti”

“Bu mertebenin sahibi Abdüllatif diye isimlendirilir. Allah’ın lütfunun idraklerden gizli kalmasının nedeni şiddetle zuhurudur. Her göz onu görür, her göz o nurla bakar. Gören her gözde görme gücü Allah’tır. Burada fayda ancak bu gerçeği bilen, zevk ve müşahede yoluyla anlayana aittir. Burada taklit müşahedenin yerini alamaz. Sadece O vardır ve başkasından ayrışmamıştır. Zaten başkası yoktur ki, Allah ondan ayrılsın! Kimden gizlenecektir ki? Başkası mı var?”

Hamid Algar’ın “Nakşibendîlik” isimli kitabından(insan yayınları,1.baskı 2007, genişletilmiş 3.baskı-dijital- 2012) alıntılar

 

Şahsen Türkiye’de İstanbul ve Erzurum’da görüşme imkânı bulduğum Hamid Algar 1940’da İngiltere’nin güneybatısında doğan, Lise tahsilini Londra’da tamamlayan, 1961’de Cambridge Üniversitesi’nin Arap- Fars Filolojisi Bölümü’nden mezun olan, bir yıl kadar Tahran Üniversitesi’nde doktora derslerini takip ettikten sonra, Türkçe’yi hakkıyla öğrenmek maksadıyla İstanbul’a geçen ve nihayet 1963’te Cambridge’e dönerek doktora çalışmalarına başlayan, ‘On dokuzuncu asır İran’ında ulemanın siyasi rolleri’ konusundaki tezini 1965 senesinde tamamlayıp Kaliforniya Üniversitesi’nde Orta Doğu Araştırmaları Bölümü’ne katılan, burada irfan, tefsir, Şiîlik, İran’da İslâm tarihi, Arap, Fars ve Türk tasavvufî edebiyatı, İslâm felsefesi gibi konularda ders veren; İran, Türkiye, Bosna, Malezya ve Özbekistan gibi birçok ülkede hem ilmî kongrelere katılan, hem araştırmalarını sürdüren, birçok dilde çalışmaları yayınlanan, 2010’da emekli olup başta Nakşilik tarihi ve bugünkü durumu olmak üzere çeşitli konular üzerinde yoğun şekilde çalışmaya devam eden bir ilim adamı. Bu kitabı insan yayınları’ndan (irfan ve tasavvuf dizisi) birinci baskısı 2007’de, genişletilmiş üçüncü baskısı -dijital- 2012’de çıkmıştır. Çevirenler: Cüneyd KÖKSAL, Ethem CEBECİOĞLU, İsmail TAŞPINAR, Kemal KAHRAMAN, Nebi MEHDİYEV, Nurullah KOLTAŞ, Zeynep. ÖZBEK.

Fütûhât-ı Mekkiyye 16. Ciltten (eser sâhibi: Muhyiddin İbn Arabî, çeviri: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, 2011) alıntılar

 

 ”Hz. Peygamber şöyle der: ‘Allah’tan hakkıyla hayâ ediniz.’ Âyette ise ‘Allah’ın gördüğünü bilmez mi? ’ (el-Alak, 96/14) buyrulur. Akılcılar iki yol arasında görüş ayrılığına düştükleri için Allah bunu kullarına öğretmiştir. Bir kısmına göre Allah bizi görürken bir kısmına göre de biz O’nu görürüz. Mümin ise Allah’ın verdiği bilgiyle her durumda O’nun kendisini gördüğünü bilir. Allah bu bilgiyi onlara ancak sınırlarını aşmayıp kendisinden hayâ etsinler diye öğretmiştir. Kim bu zikri düstur edinirse, Allah bu dünyada Hz. Musa’nın dağına tecelli ettiği gibi kendisine tecelli eder fakat onu parçalamaz; parçalanmamanın sebebi bu zikre devam etmesidir. (…) Fani olsa bile, onu fani kılan şey, müşahede edilen tecellinin cemali ve güzelliğidir. Çünkü ‘Allah güzeldir ve güzeli sever.’ (…) Allah âleme ancak kendisini güzelleştirip düzenledikten sonra bakar. Bu sayede herhangi bir yerin ve varlığın gelen tecelliyi kabulü kendi istidadının cemali ve güzelliği ölçüsüncedir. (…)” (s.55)

Fütûhât-ı Mekkiyye c.16’dan (eser sâhibi: Muhyiddin İbn Arabî, çeviri: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, 2011) alıntılar

 

İsmi ‘Mekkî Açılımlar’ diye Türkçeye çevrilebilecek bu ünlü eserin Prof.Dr. Ekrem Demirli tarafından 18 cilt olarak yapılmış çevirisi, Litera Yayıncılık tarafından da eserin önemiyle mütenâsip bir şekilde yayınlanmış bulunmaktadır. Bu eserin 16. Cildinin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Allah’ı – O’nunla değil- nefislerine göre birleyenler tevhide şirk katanlardır. (…) Allah ‘Onların çoğu şirk koşmadan Allah’a iman etmez’ (Yusuf, 12/106) der; dünya hayatına çıktıklarında! Çünkü fıtrat onların Hakk’ın ve el-Melik’in varlığına iman etmeleridir, yoksa tevhide iman etmeleri demek değildir. Fıtratta tevhid bulunmayınca, muvahhid olduklarını iddia edenlerin çoğunda şirk bulunmuştur. Bu itibarla insanı tevhide ancak yükümlülük sevk edebilir. Allah onları yükümlü tutunca çoğu insan yükümlü tutuldukları amelleri ve işleri yerine getirebilmelerini sağlayan bir nefs gücüne sahip oldukları için yükümlü tutulduklarını zannetmiş, bu nedenle onlarda saf tevhid gerçekleşmemiştir. Hâlbuki Allah’ın onları yükümlü tutmasının nedeni nefislerine nispet ettikleri fiiller hakkında (bu fiiller bizimdir şeklindeki) iddialarıdır. Allah ise teklifle birlikte -müşahede ehlinin yaptığı gibi- (fiilleri Allah’a izâfe ederek) Allah sâyesinde -yoksa nefisleriyle değil- fiilleri sâhiplenmekten uzaklaşmalarını talep etmiştir.”(s.18)