Ahmet Aksay Posts

“Fîhi Mâ Fîh” isimli eserden alıntılar

 

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’ye ait eseri tercüme eden merhûm Ahmed Avni Konuk, yayına hazırlayan yine merhûm Dr. Selçuk Eraydın’dır. İz Yayıncılık’tan çıkan kitabın 2009’da 8. Baskısı yapılmıştır.

“ Bir hâm-ı ezelî’nin (ezelî hamın) pişmek ve olmak ihtimâli yoktur. Yani “Ruhları ham olanlar, pişkin ve yetişkin zevâtın hâlinden anlamazlar.” (s.2)

“Malûm olduğu üzere ehlullah (Allah ehli) cevâmiu’l-kelimdir (birçok manâyı kendinde toplayandır).” (s.3)

“İki rekat namaz dünyâ ve mâfîhâdan (onu içindekinden) hayırlıdır.” (s.21)

“Mümin müminin, kâfir kafirin aynasıdır.” (s.25)

“(…) Şu halde Hakk’ın nûrundan yanmağa sabr etmeyen ve içtihad (gücü yettiği kadar çaba) göstermeyen adam, adam değildir.” (s.36)

“Hak ve bâtılda çok yemin eden mikdarsız kimselere itaat etme!” (Kalem, 68/10) (s.126)

Bir kitaptan ve bir gazete yazısından alıntılar

 

Kitap, Muhyiddin İbnu’l-Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem isimli eserinin Türkçe tercüme ve şerhinin dördüncü ve son cildi, gazete yazısı ise Gökhan Özcan’ın Yeni Şafak’ta çıkan bugünkü yazısı.

Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-IV’den XXVII. Fass ki, “Muhammedî Kelimede Mündemic (içkin) ‘Ferdî Hikmet’ beyânındadır” başlıklı bölümün üç yerinden alıntılar:

“(…) (S.a.v.) Efendimiz Rabbine olan delîlin ilkidir. Çünkü âlemin toplamı Hakk’ın bi’l-cümle sıfatları ve isimlerinin mazharı (zuhur yeri) olmak itibariyle muzhir (gösteren) olan Hakk’ın nefsine ve zâtına delildir. Ve onların tekevvünü (oluşu) ise ferdiyete dayalıdır. Şu halde âlemin tümü ferdiyet mazharıdır. Oysa ibtidâ (en başta) ferdiyet mazharı olan muhammedî hakikattir ki, âlemde mevcut olan tüm sıfatları ve ilâhî kemâlatı (kemâlleri) toplayıcıdır. Böyle olunca Rabbine olan delîlin ilki (S.a.v.) Efendimizdir. Dolayısıyla yukarıda açıklanan topluluk itibariyle Resûl (a.s.)a cevâmi’u’l-kelim(bütün hakikatleri kendinde toplayan) verilmiş oldu. (…) Hakk’a ilk delîl olan Resûl (a.s.) kendi nefsine delîldir. Zîrâ Resûl (a.s.)ın nefsi Hakk’ın mutlak zâtının onda taayyününden (belirmesinden) ibârettir. (…) “Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi” buyurdu. Ondan sonra da bu üç şeyi beyânen ‘nisâ’yı ve ‘tıyb’i ve ‘onun kurretü’l-aynı ‘namaz’da meydana çıkarılmış olduğunu’ zikr etti. (…) Dolayısıyla varlığın aslı muhabbetten ibâret oldu. (…) İnsanın Rabb’ine marifeti, onun kendi nefsine marifetinden neticedir. Bunun için Resûl (a.s.) “Kendi nefsini ârif olan kimse Rabb’ini ârif olur.” buyurdu. İnsânî hakîkat olan muhammedî hakîkat, belirmez olan ahadî zâtın belirme mertebesine tenezzülüdür(inmesi). (…)”

Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-I, Şit Fassı’ndan ‘İlim malûma tâbidir’ başlıklı bölümden alıntılar

 

Müellifi Muhyiddin İbnu’l Arabî olan eserin Tercüme ve Şerh’i Ahmed Avni Konuk tarafından yapılmış, yayına hazırlanması Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve merhûm Dr. Selçuk Eraydın tarafından gerçekleştirilmiş bu ünlü eserin I. Cildinin Şit Fassı’nın İlim malûma tâbi’dir başlıklı bölümünün birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“İlim Hakk’ın sıfatlarından bir sıfattır; ve Hakk’ın sıfatları, Hakk’ın zâtında mündemic (içkin -a.a.-) birtakım nisbetlerden ibâret olup zâtıyla berâber kadîmdir (evveli olmayan). Ve her sıfat bir ismin menşe’idir (kökeni -a.a.-). Meselâ ilim sıfatından Alîm; ve hayatdan Hayy; sem’den Semî’; ve basardan Basîr; irâdeden Mürîd; kelâmdan Mütekellim; kudretten Kadîr ve Kaadir; tekvînden Mükevvin isimleri inbiâs eyler (ortaya çıkar). Ve her bir isim zâtî şuûnâtdan bir şe’ndir (iş, hâl, olay). Ve ilâhî isimler tümeller yönünden sayılabilirdir; fakat tikeller yönünden sınırlanabilir ve sayılabilir değildir; çünkü sonsuzdur. Meselâ Hayy ismi bir tümel isimdir; onun altında muharrik (hareketli), muhassis (hissettiren), mümeyyiz (ayırıcı), muhyî (ihyâ edici/hayat veren), muskî (su veren), vs. gibi birçok tikel isimler vardır. Ve bunların her biri âlem sûretlerinden bir sûretin terbiye edicisidir; Ve o sûret bu ilâhî işin bir aynası olup onda daima o ismin hükümlerinin sûretleri görünür. ‘Bölünmeyen her ânda Hak bir işdedir.’ (Rahmân, 55/29) Ve bu isimlerin hepsinin isimlenmişi bir olup, cümlesi o isimlenmişin aynıdır (hakikatidir); ve müsemmâ (isimlenmiş) ise Hakk’ın zâtıdır. Dolayısıyla isimler de Hakk’ın zâtıyla berâber kadîmdir (öncesiz).

İsmail Kara’nın ‘Derin Tarih’ dergisi Mart 2023 sayısında çıkan yazısının birkaç yerinden alıntılar

 

Hilâfetin İlgasının Sarsıntılarına Dair Pek Bilinmeyen Bir Metin” başlıklı yazısının özünü en başta İsmail Kara şöyle ifade ediyor: “Osmanlı hilâfetinin son dönemleri ve ilgası bahsinde dışarda(n) yazılan ve konuşulan çok şey var. Oryantalistlerin kaleminden çıkanların bir kısmı kıymetli de. Ama bu yazarlar, anlaşılabilecek tarzda kendi millî-dînî problemlerini ve ideolojik yahut siyasî arayışlarını merkeze ve öne aldıkları için yazdıkları otomatik olarak bizim için de kıymetli ve doğru hale gelmiyor, gelemez. Onların kıymetli veya problemli taraflarını keşfetmek ve yararlanmak için de buradan bakan bir göze ve dimağa, bir süzgece ihtiyaç var. Hilafetin ilgasına 3 ay kala Emir Ali’nin Ağa Han’la birlikte Gazi’ye ve İsmet İnönü’ye yazdıkları mektup da ciddiyetle yaklaşılması gereken metinlerden biri.”

Şimdi de yazının ayrıntısından alıntılar:

3 Mart 1924 günü hissedilen ağır sarsıntıların, bu arada hilâfetin ilgasının üzerinden bir asır geçmesine, 12 ay gibi çok kısa bir zaman kaldı. Ankara merkezli yeni Türk devletinin ve kurucu kadronun Lozan sonrası süreçte kendisini hem içerde, hem İslâm dünyasında ve hem de Avrupa merkezli dış dünyada konumlandırması açısından mühim ve çok yönlü bir mesele olan bu ilga kararı, Türkiye’de soğukkanlılıkla ve genişliğine-derinliğine ele alınıp değerlendirilmiş sayılmaz. O gün bugün de bu konuda konuşan ve yazanların kahir ekseriyeti büyük inkılap- büyük ihanet şablonunu ve edebiyatını aşabilmiş değil maalesef.

Tasavvuf düşüncesi/Makaleler- Konferanslar I

 

Mahmud Erol Kılıç’ın bu kitabından(SUFİ KİTAP, 2.Baskı:2014) yer yer yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“İsimler müsemma ile irtibatlıdırlar. Her ismin bir manası vardır. İsmin manası, o ismin bâtınıdır, ismin rûhudur, içidir. İsim ise o mananın zâhiridir, dışıdır, cesedidir. (…) İsimler aslında birer kelimeden ibarettir; Rahmân, Rahîm, Latîf gibi. Fakat örneğin ‘Latîf’ isminin mahiyetindeki mana letâfet olup, bu ismin devamlı sûrette tekrar edilmesi durumunda insanda söz konusu esmanın (ismin çoğulu) mahiyetindeki mana açığa çıkar. Bu sebeple dervişlerin bir ismi veya bazı isimleri özel olarak ve bazı adetlerde zikretmesi istenilir. Yine Kur’ân-ı Kerîm’de geçen ‘Allah’ı çokça anınız, zikrediniz.’ (Ahzab, 33/41) âyetini kendilerine sertâc (baştâcı -a.a.-) etmişlerdir.” (s.13)

“Peygamberler ve velîler insanda var olmayan bir şeyi, insana dışardan yükleyen kimseler değillerdir. Peygamber bile inat eden, direnen, ben yapmayacağım diyen bir insanı ikna edememiştir. Bu konuda âyet inmiştir. Peygamber Efendimiz (sav) o kadar üzülmüştür ki, Allah (cc), ‘Hayır, sen üzülme.Sen onlar üzerine zorlayıcı değilsin.’(Gaşiye, 88/22) Sen sadece sistemi göstericisin, buyurmuştur. Bu açıdan bir velî ve bilge kişi, bu farkındalık ve idrak derslerini geçerek kendi sistemini çalıştırmaya başlamış insan-ı kâmildir. Velî ve bilge kişiler, diğer kişilere kendi içlerinde var olan programı çalıştırmaları konusunda yardım ederler. Ve bu, insanlık tarihi kadar eski bir konudur. (..)” (s.21)