Ahmet Aksay Posts

“Varolmanın Boyutları -Tasavvuf ve Varlığın Birliği Üstüne Yazılar-

 

William Chittick’in Turan Koç tarafından derlenip çevirilen yazılarından oluşan kitabın (insan yayınları, 1. baskı 1997, 4.baskı 2013) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Dr. Turan Koç’un bir demet makalemi Türkçe’ye çevirdiğini işitmek hoş bir sürpriz oldu. Tevâfuk (uygun gelme -a.a.-) şu ki, bu makalelerin en erken tarihlisi olan ‘Sadruddîn Konevî’ye göre Varlığın Birliği’ni 1979’da İstanbul’da bulunduğum sırada yazmıştım. O yılın altı ayını Süleymaniye Kütüphanesi’nde araştırma yaparak geçirdim ve bu durum benim için çok hoş bir anı olarak kaldı. O günden beri Türkiye’ye bir daha gitmek nasip olmadıysa da, İstanbul dünyanın en güzel şehirlerinden biri ve Türkler tüm insanlar içinde en konuksever ve cömertlerinden olarak hatırımda duruyor.

1979’da Türkiye’ye gittiğimde, on dört yıldır zaten İslâm düşüncesini çalışmaktaydım. Doktoramı Seyyid Hüseyin Nasr’ın yönetimi altında 1974’de Tahran Üniversitesi’nde tamamladım. Araştırma konum Abdurrahman Câmî’nin Nakdu’n-nusûs fî şerh-i nakşi’l-fusûs adlı eserinin tahkiki ve incelenmesi idi. Bu projeyi tamamlamam altı yılımı aldı ve bu süre içinde elyazmalarını incelemek için nisbeten kısa sürelerle Türkiye’yi üç kez ziyaret ettim. Çeşitli yıllarda Türkiye’deki kütüphaneleri tam olarak dört kez dolaştım. Bu kütüphanelerde yaşça benim yaşıma yakın hiçbir Türk’le karşılaşmamış olmaktan, böyle bir olgudan her zaman büyük bir üzüntü duydum; yalnız daha önceki bir kuşaktan insanlar vardı buralarda. Bununla birlikte dostlardan son zamanlarda durumun biraz değiştiğini ve bugün çok sayıda aklı başında gencin yüzeyselliği terk ederek kendi miraslarını daha derinden öğrenmek için çaba gösterdiklerini öğreniyorum. Eğer yazılarım bu çabalara bir şekilde katkıda bulunabilirse bundan büyük bir zevk duyacağım. (…)” (s.7-8)

“Kanaatimce İslâmî zihnî donanım (intellectuality)” modern çağın en çetin ve acil sorunlarına en açık ve en bilgece çözümlerden birini sunar. Ancak modern ilim adamlarının bu konularda ilgi ve uzmanlıkları bulunmadığından, bu çözümler Batı’da öne getirilmemektedir. Hatta bunlar, retoriğe dayalı şikâyetlere rağmen, Batı’yı kendisine hâlâ model olarak alan İslâm dünyasında bile çoğunlukla gündeme getirilmemektedir. Ben ve benim gibi başka kimseler bu bilgeliği keşfetmek ve modern bir dille takdim etmek için gayret gösteriyoruz. Öyle ki, makalelerimden bazısının şimdi Türkçe’ye çevrilmiş olması bana daha fazla sayıda Müslümanın kendi entelektüel gecelerinin trajedisinin farkına varacakları ve kendilerini unutulmuş olan şeyi hatırlatma görevine adayacakları umudunu taşımama izin vermektedir.” (s.13-14) (TÜRKÇE ÇEVİRİYE ÖNSÖZ’den,William C. CHITTICK Mt. Sinai, NY 24 Mart 1997)

“Herkes, belki de tarihin başka hiçbir döneminde olmadığı kadar büyük bir anlatma çabasında.”

 

Gökhan Özcan’ın bugünkü Yeni Şafak’ta çıkan yazısı başlık olarak alıntıladığım bu cümleyle başlıyor. İkinci cümle de onu tamamlayıcı anlamda: “Herkes anlatabileceği bir şeyler olduğuna ve bunları anlatmazsa insanların, hayatın, hatta tarihin eksik kalacağına inanıyor.” “Bu ‘söylenmese olmayacak’ şeyler” diyor yazar, devasa meseleleri çözecek büyük hakikatler hakkında olmuyor buna karşılık; harareti yüksek güncel meselelerle ilgili ömrü kısa, söylenene kadar gündemdeki yerini kaybeden sabun köpüğü şeylerle ilgili oluyor çoğu zaman.” (…)

“Bu gittikçe büyüyen söyleme ihtirasının, bu ısrarlı anlatma çabasının karşısında ona eş bir anlama çabası yok ama. Buna yakın bir anlama çabası bile yok hatta.” diyor. Dahası şu çarpıcı gerçeği de ifade ediyor: “Söylemek için bunca hevesli olanlar, dinlemek noktasında sahici bir gayret içinde değiller.” Yazarın vâkıayı ortaya koyuş tarzı o kadar samimî ve gerçekçi ki, neredeyse yazıyı bütünüyle alıntılamak geliyor insanın içinden. Meselâ hemen yukarıda alıntıladığım ifadeyi izleyen cümle: “Onlar aslında dinlemiyor, sadece dinler görünerek konuşanın sözünün bitmesini ve sıranın kendilerine gelmesini bekliyor.”

Yazar bir alıntılama yapıyor bu bağlamda üstad İsmet Özel’in ‘Üç Zor Mesele’ kitabından: “O kadar ki, çoğu kimse karşısındaki konuşurken onun gerçekten ne dediğini anlama çabası göstereceğine, o susar susmaz ne diyeceğini düşünerek dinler. Yani söyleneni hep ‘bilir’. Bildiği için de söyleneni hiçbir zaman anlayamaz, öğrenme imkânını kendine tıkamıştır.”

“Allah kendisinden korkulmaya en lâyık olan / Hiçbir yaratılmış korkulmaya lâyık değil”

 

Muhyiddin İbn Arabî’nin ünlü eserlerinden biri olan Fütûhât-ı Mekkiyye 18 cild olarak Türkçe’ye Prof.Dr. Ekrem Demirli tarafından tercüme edilmiş ve Litera Yayıncılık tarafından düzelti ve İç düzeni, kapak tasarımı ve yayınlanması gerçekleşmiş (İstanbul-2012) Yaylacık Matbaacılık’ca Baskısı yapılmıştır. Bu eserin 18. Cildi’nin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki s.130’un en başından iki dize olup bu yazının başlığını teşkil etmekte) bu yazıyı oluşturacak.

“(…) Hâlbuki dünya perde yeridir ve dolayısıyla kapının kapalı olması ve perdenin bulunması şarttır. Onlar derin akıl sahibi olan peygamberlerdir. Peygamberler yolları açıklamak ve belirlemek üzere gönderilmişken yeryüzüne halifelerin görevlendirilmiş olması da bir tür ‘karz-ı hasen’dir (borç vermek). Halifeler perdeli nefisleri peygamberlerin belirleyip ortaya koydukları ilâhî maksada uygun hükümlere ve emirlere uymaya zorlarlar.” (s.15)

“Akıl neyi aklettiğini bilir. Bu itibarla akıl bir örtüdür. Çünkü kaydından kurtulmaya gücü yetmez. Akıl oluşla (kevn) bağlanmış ve sınırlanmıştır. Aklın kaydından kurtulmuş heva da hakikati görür. Bununla beraber kendisine uyanı Allah’ın yolundan uzaklaştırır, fakat Allah’tan değil! Çünkü o da Allah’ın melekûtu kapsamında ve dolayısıyla O’nun kudreti dâhilindedir. (…)” (s.16)

“Gizlilikle gerçekliği birleştirmek bana mahsus bir meziyettir.”

 

İsmet Özel’in İstiklâl Marşı Derneği internet portali İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında HANGİMİZ KÜPÜNE ZARAR VEREN KESKİN SİRKE başlıklı 9 Şaban 1444 (1 Mart 2023) tarihli yazısının (istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?Id=163&Katld=7) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki o yazının ikinci paragrafının ilk cümlesi olup alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil ediyor) oluşturacak bu yazıyı.

“(…) Doğrusu biz Türkler Cumhuriyet tarihimiz, bilhassa tarihimizin Cumhuriyet olarak adlandırılan dönemi boyunca hayatımızın seyri itibariyle mutedildik ve aramızda yok yere feverana kapılan insanlara da pek sık rastlanmazdı. (…)

(Başlığı alıntı olarak teşkil eden cümle) Bu kendine dönük tutum beni hep bulunduğum yerden daha yukarı taşıdı. Mehmet Akif şiirin yaratılış sırrında saklı gizli ahenkle bağ kurmak olduğu görüşünden yana değil. O ne yazdıysa müşahede âleminin insan oğluna saldığı acıdan kuvvet alarak yazdığına inanıyor. (…) Hâlbuki dünya hayatının tebcil edilmesine dönük tavır Mehmet Akif’in şiir dünyasından uzak tutulmasına vesile oldu. Edebiyat dünyası Nâzım Hikmet’in ‘Akif inanmış adam/Büyük şair’ demesinden rahatsız. Memleketimden İnsan Manzaraları hâlâ tahrif edilmiş olarak, yani metinden ‘Büyük Şair’ ibaresi tard edilmiş olarak yayınlanıyor. (…) Turgut Uyar’ın şöhret yolunun ilk basamağında ‘Arz-ı Hal’ şiirinin bulunduğu ve Akif’i şairden saymayan şairin daha kariyerinin en başında İslâm’ın en yalın görüntülerine bile ne kadar yabancı kaldığı dikkatimden kaçmış.

“Tasavvuf Özü Bulma Çabasıdır”

 

Mahmud Erol Kılıç’ın “ANADOLU’NUN RUHU Tasavvuf, Felsefe, Siyaset Konuşmaları” kitabının (Sufi Kitap 1.Baskı Ocak 2011), bu yazının başlığı olarak da alıntıladığım başlık altındaki bölümünden yer yer yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Tasavvuf, İslâm toplumlarını derinden etkileyen bir disiplin, bununla beraber en başından beri de yoğun tartışmaların odağı haline gelen bir konu. Kendisini bu alanda yetiştirmiş bir ilim adamı olarak sizinle bu söyleşide tasavvufla ilgili tartışmalı hususları konuşmak istiyoruz. İsterseniz ‘Nereden çıktu bu tasavvuf?’ sorusu ile başlayalım. (…)

(…) Evet, doğru, bu çağın ‘tartışılan’ konularından birinin de tasavvufî meseleler olduğu bir gerçek. Çünkü modern düşünce gerçeği tartışa tartışa elde edeceğini iddia etmektedir. Ancak şu da iyi bilinmelidir ki modernliğe geçilinceye kadarki dönemlerde tasavvuf, tartışmanın günümüze ulaştığı şekliyle bir tartışma mevzusu olmuş değildi. Yâni ilimler hiyerarşisi (merâtibu’l-ulûm) içerisindeki konumu toptan, küllî olarak sorgulanmış veya reddedilmiş değildi; bâzı kısımlarına (cüz’î) yönelik tashih teklifleri yapılmıştı ki bunlar da esasa müteallik olmayan ve daha çok isimlendirmeye yönelik birtakım tekliflerdi. Bu sebepten, geleneksel değerlerin tahrif edildiği böylesi bir çağda anlaşılması başlı başına prolem hâline gelen meselelerden birinin de ‘tasavvuf’ olması hem modern çağı oluşturan zihniyet dünyasını hem de tasavvufu yakından bilenlerce anormal bir durum olarak görülmez.
Tabulaştırılmış rasyonalizmin, alaycı pozitivizmin ve militan sekülerizmin tek geçerli düşünme biçimi yapıldığı ve üstelik bu zihniyet kalıplarının dinî ilimlere de sızdığı bir dünyada tasavvufun işi zordur. Çünkü bu yapı içerisinde ‘din’in de değerler sıralaması değiştirilmiş; ruhtan kopuk, materyalist ve soğuk yüzlü bir din çıkmıştır ortaya. Ne var ki yukarıda saydığım bu üçlünün, aynı zamanda modern çağın problemlerinin de ana kaynakları olduğu artık birçok kimse tarafından açıkça telaffuz edilmeye başlandı. Böylece söz konusu mitosların tahtı da sallanmaya başladı. (…)