Ahmet Aksay Posts

Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-lll’den alıntılar

 

Müellifi Muhyiddin İbnu’l Arabî, Şârihi ve Mütercimi Ahmed Avni Konuk, Yayına Hazırlayanları Prof.Dr. Mustafa Tahralı ve Dr. Selçuk Eraydın olan eserin bu cildi de Nisan 2017’de 6. Baskı olarak M.Ü. İFAV (İlahiyat Fakültesi Vakfı) yayını olarak çıkmıştır.

Eserin bu cildinin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Yoktan var edilme konusunda İbnü’l-Arabî şöyle bir açıklama yapar: ‘Malûmdur ki, Cenâb-ı Hak eşyâyı (şeyleri) yaratır; ve onları ‘adem’den (yokluktan) vücûda (varlığa) çıkarır. Bu demektir ki idrâk edemediğimiz bir vücûddan idrâk ettiğimiz bir vücûda çıkarır. Bu şeylerin ademi, izafî bir ademdir. Zîrâ eşyâ ademleri hâlinde de Cenâb-ı Hak tarafından müşâhede edilmektedir. O, kendi katında ‘sâbit ayn’larda icmâl (kısaltma, özetleme) hâlinde olan şeyleri birbirinden mufassal (ayrıntılı) olarak temyîz eder (ayırır). Zîrâ eşyânın kendi ‘ayn’larında vücûdu yoktur, onların sadece ‘sübûtu’ vardır. Onların Hak’tan istifade ettiği şey ‘aynî vücûd’dur. A’yân-ı sâbite gerek dıştan bakanlara göre, gerekse kendi nefislerine göre tafsîl edilmiş bir haldedirler. Allah katında da subûtî bir tafsîl ile ayrıntılandırılmış olmaktan son bulmamışlardır. Sonra bu eşyâ kendi aynlarında (hakikatlerinde) zâhir olunca, imkân hükmü onlardan ayrılmamıştır. (…) Şu halde onların imkân hazinelerinden dışarı çıkmaları diye bir durum yoktur. Gerçekten Hak subhanehu bizim onlara bakan ve onların da bize bakan olması için, bu hazinelerin kapılarını açmıştır. Biz sâbit hakikatlerdeyiz; ve o sâbit hakikatlerden hâriçteyiz.

İbnü’l-Arabî’nin bu ifadelerinden şu anlaşılmaktadır ki, sâbit hakikatlerin eder ve hükümleri hâriçteki varlıkta zâhir olduğu halde, sâbit hakikatler mümkün olmaktan ayrı kalmamışlardır. Onlar ilâhî ilimde sübût bulmaları bakımından ezelî oldukları halde aslâ ‘varlık kokusu koklamamış’tır. (…) Ademde sâbit olan ‘hakikatler’ mevcûddan koku kolamamıştır. Mevcûdâtta sûretlerin çokluğu ile birlikte sâbit hakikatler olduğu hâl üzeredir.” (s. 27-28)

Kerîm Kur’ân’dan ma’nâlarıyla yedi âyet

 

“Yoksa siz zannettiniz mi ki, kendi hâlinize bırakılacaksınız da Allah içinizden cihad edenleri; Allah’dan, Resûlü’nden ve mü’minlerden başkasını dost edinmeyenleri bilmeyecek! Oysa Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (et-Tevbe, 9/16)

“Siz hacılara su dağıtma işi ile Mescid-i Haram’ın imârını, Allah’a ve âhiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden gibi mi tuttunuz!? Bunlar Allah katında bir olamazlar. Allah zâlim bir kavme hidâyet etmez.” (aynı sûre, 9/19)

“Ey iman edenler! Babalarınız ve kardeşleriniz imana küfrü tercih ediyorlarsa, onları dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.” (aynı sûre, 9/23)

“Allah’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Ama kâfirler hoşlanmasa da Allah nûrunu mutlaka tamamlamak istiyor.” (aynı sûre, 9/32)

“Allah münâfıkların erkeğine, kadınına ve bütün kâfirlere ebedî kalmak üzere cehennem ateşini vaad buyurdu. Bu onlara yeter. Allah onları rahmetinden uzaklaştırdı. Onlar için devamlı bir azab var.” (aynı sûre, 9/68)

“Artık yaptıklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar!” (aynı sûre, 9/82)

“Allah’a ve Resûlüne sâdık kalmak şartıyla ne zayıflara, ne hastalara, ne de sarfedecek bir şey bulamayan fakirlere savaştan geri kalmakta bir günah yoktur. İyilik edenleri ayıplamaya yol yoktur. Allah çok bağışlayıcıdır, merhametlidir.” (aynı sûre, 9/91)

Sadreddin Konevî’nin ‘İlâhî Nefhalar’ından(Çeviren: Ekrem Demirli, Kapı Yayınları 1.Basım 2015) alıntılar

 

“Allah ihsan eden ve kulunu razı olduğu işlere ulaştıracak olandır.” (s.13)

“Allah Teâlâ’nın ‘O zikredilen bir şey değildi,’ âyeti zikrettiğimiz bu ‘şeylik’ durumuna işaret eder. Sözü edilen âyetin üç mertebesi vardır. Birincisi Ümmü’l-kitab’dadır. Ümmü’l-kitab Yüce Kalem’in (silinme ve değişmeden) korunmuş Levha’ya yazacağı işler için yardım aldığı yerdir. Levha unutmak, değişmek ve başkalaşmadan korunmuş özelliktedir. Kitap ve Sünnet’te buna defalarca işaret edilmiştir. Misâl olarak ‘Bilakis o korunmuş Levha’da Kur’an-ı mecid’dir, ’(Burûc, 21-22) âyetini verebiliriz. (…)” (s.25)

“Medeniyet bizi düşünmeğe yaklaştırmaz.”

 

İsmet Özel’in İstiklâl Marşı Derneği internet portali İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında İKNA EDEMEYEN MEDENİYET başlığıyla çıkan 10 Recep 1444 (1 Şubat 2023) tarihli yazısının (http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?Id=159&Katld=7) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki o yazının ikinci paragrafının sonuna yakın bir cümle olup bu yazının başlığını teşkil ediyor) oluşturacak bu yazıyı.

“Nasıl mantık ve nutuk müşterek köklere sahipse Logos da hem kelime demeğe geliyor, hem de mantığı ifade ediyor. Medeniyeti ders haline getirenlere sofist deme gereği duymuşlar. Yani antik Yunanlılar gramer bilmeği bir üstünlük işareti saymışlar. Şerefleri grameri olan bir dille anlaşmakmış. Buna mukabil ne dediği anlaşılmayan ve Yunanca söylenen şeyi anlayamayanlara da barbar demek üstünlüklerine kendilerince delil olmuş.

Durum üstünlüğü takvada arayan insanların dünyasında farklı. İslâm lügatinde medeniyet yok. Batı dillerinde ‘civilization’ kelimesine Türkçe konuşulan yerlerde bir karşılık bulunabilsin endişesiyle Arapça kurallara uyularak ‘medine’den Türk topraklarında Arapçaya düşmanlığıyla dikkat çeken batıcılarca türetilmiş. (…)

“İslâm Felsefesi Hangi Anlamda Özgündür?”

 

Prof. Dr. İlhan Kutluer’in “Yitirilmiş Hikmeti Ararken” (İz Yayıncılık, 4. Baskı, 2017) isimli kitabının, bu yazının da başlığı olarak alıntıladığım başlıklı bölümünden yapacağım bazı alıntılamaların oluşturacağı bir yazı olacak bu.

“(…) İslâm felsefesini yapanlar ile yazanların anlam dünyaları tam olarak kesişmiyor olabilir; ancak bu geleneği üretenlerin özgünlükten anladıklarını yeniden keşfetme çabamız, öncelikle geleneğin ruhuyla paralellik taşımak zorundadır. Bizim bugünkü hareket noktalarımız ile İslâm’ın klasik çağında bir felsefe geleneği üretmeye çalışanların varmak istediği yer arasında bir gaye farkı varsa yaptığımız tartışmanın ne ölçüde sahici olduğu konusunda kuşkular taşımamız gerekir. Demek ki iki anlamlı varsayımı ortaya koymak durumundayız: a. İslâm filozofları genel felsefe etkinliğinin ruhuna uygun bir entelektüel gelenek inşa etmeyi özgün bir tutum olarak benimsemişlerdir; b. İslâm filozofları felsefî araştırmalarını genel felsefe tarihine anlamlı biçimde eklemlenebilen ve fakat kendine özgü nitelikleri haiz bir entelektüel etkinlik olarak kavramışlardır.