Uncategorized Posts

Fîhi Mâ Fîh’den alıntılar

 

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’ nin bu eserinin tercümesi merhûm Ahmed Avni Konuk’a aittir. Eseri Yayına Hazırlayan merhûm Dr. Selçuk Eraydın’dır. İZ Yayıncılık’tan 8. Baskısı İstanbul, 2009’dur.

“Rızkı veren Allah Teâlâ’dır; O herkesin rızkını takdîr ve taksîm etmiştir. Hakk’ın takdîrini değiştirmek mümkün olmadığına göre, insanın kendisini Kur’ân-ı Kerîm’e göre değiştirmesi isâbetli bir davranıştır.” (s. XXl)

“Ya Rab nigâh-ı lutfun içindir bu meşgale Zulmetde reh-nümâ bize ancak bu meş’ale Her zerre tâziyâne-i hubbünle sa’y eder Hubb-i zuhûr-ı zât ile koptu bu velvele Sâcid nikâb-ı vechine zilletle put-perest Mü’min visâl-i rü’yetine çekti besmele Herkes huzû’ içinde önünde namazdadır Halkı namâza da’vet eden hep bu hayy’ale ! Taktın birer inân, bilen bilmeyen koşar Âlim bu keşmekeşde eder kat’-ı merhale AVNÎ der-i inâyetini devr edip durur, Can ver inâyetinle o bî-ruh heykele.”              

Mütercim-i hakîr Ahmed Avnî el- Mevlevî s.4

   

                 

İbnü’l-Arabî’nin hayal teorisinin epistemolojik ve ontolojik vechesinin temel iddiaları

 

Bu iddialar temelde birbirinden mutlak anlamda bağımsız olmayan iddialardır. Hayalin epistemolojik vechesine ilişkin temel iddia, onun Allah’ın sıfatları itibariyle âleme yakın oluşunu ve benzerliğini (teşbih) idrak etmeye götüren bir yeti olduğudur. Yine teorinin bu yönü kapsamında hayal, soyut makullerle duyumların somut suretleri arasındaki karşıtlığı birbirine yaklaştırma işlevine sahiptir. Teorinin ontolojik vechesiyle ilgili temel iddia ise, her ne kadar geniş kapsamından ve vechelerinin çokluğundan dolayı farklı kavramlarla ifade edilse de Hakk’ın ilk tecellisinin mutlak hayal mertebesinde oluşudur. İlk tecelliyi ifade eden mutlak hayal, aynı zamanda varlığın ve yaratmanın temel unsuru olduğu için âlemin bütünüyle ilahî tecelliler ile mutlak hayal mertebesinde zuhur ettiği iddiası gündeme gelir. Epistemolojik ya da ontolojik vechesi itibariyle hayal, maddî duyular âlemi ile metafizik âlem arasında berzahtır.

İbnü’l- Arabî düşünce sisteminin diğer meselelelerinde yaptığı gibi hayal teorisini de zengin bir terimler örgüsüyle sunar. Tüm bu terimler, özü itibariyle tek olan kuşatıcı bir hakikatin muhtelif yönlerine işaret ettiği için mutlak anlamda birbirinden farklı ya da birbiriyle ilişkisi olmayan hakikatlere atıfta bulunmaz. İbnü’l-Arabî’nin hayal teorisinin ontolojik ve epistemolojik yönleriyle ilgili olarak; bitişik (muttasıl) hayal, ayrık (munfasıl) hayal, mutlak hayal, hayal (misal) âlemi ve berzah olmak üzere beş ana kavramı ve her kavramla ilgili de temel önermeleri vardır. Bitişik hayal epistemolojik olarak aktif bir algılama biçimidir. Ayrık hayal varlıkla ilgili, zihinden bağımsız zatî bir merebedir, dolayısıyla teorinin ontolojik vechesni ifade eder. Mutlak hayal yine varlıkla ilgilidir ve Hakk’ın ilk tecellisini ifade eder, Hayal âlemi varlık mertebeleri içerisinde maddî âlem ile metafizik âlem arasında bulunan ve kendine has özellikleri haiz varlık mertebesidir. Berzah ise gerek epistemolojik gerekse ontolojik anlamda hayalin, birbirinden farklı iki alan arasındaki çelişkiyi mutlaklıktan çıkararak geçişi sağlama özelliğini ifade eder.

Teorinin tüm bu kavramlarına ilişkin temel önermelerinin ayrıntılarını şu şekilde ifade edebiliriz: Hayal gücü epistemolojik olarak duyu organları kadar gerçek, hatta onlardan daha aktif çalışan bir bilgi yeteneğini ve algılama biçimini ifade eder. Bu yeti algılanabilir verileri dönüştürmek sûretiyle deşifre edilmesi gereken simgelere dönüştürür (Schwarz, s.384). Bu epistemolojik yapısıyla hayal, en dar anlamıyla duyusal olarak algılanabilen bir surete sahip olandır.




CHP’nin dünü- bugünü

 

CHP İsmet İnönü, Turhan Feyzioğlu, Kasım Gülek, Turan Güneş gibi siyasetçiler dönemlerinde nasıl bir siyasal parti idi, şimdiki hâli nasıl?

Şimdiki durumunu Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu ikilisi yansıtıyor olmalı! İlk isim Genel Başkan, ikinci isim Genel Başkan’ın ‘Ekrem Başkan’ diye söz ettiği ve hâlen hapiste olan kişi.

En üst düzeyde bu ikisi temsil ediyor şimdilerde günümüz CHP’sini. Nasıl temsil ettiklerini kamuoyu gözlemliyor muhakkak. İBB’ye yönelik yolsuzluk soruşturması sürüyor. İmamoğlu’nun da şirketinin bulunduğu 24 Şirkete doğrudan kayyum atandığı, 28 şirkete de denetim kayyumu atandığı haberleri var.

CHP’nin geçmişteki genel başkanlarına hiç benzemeyen Özgür Özel, hapiste olan dostuna ‘Ekrem Başkan’ diyor. Herhalde hapisten çıkarsa genel başkanlığı ona devreder.

Yazının başlarında isimlerini andığım CHP siyasetçileri hangi düzeydeydi, bunlar hangi düzeyde?

Şimdiki adı Kahraman Maraş olan ilde merhûm bir dayım vardı CHP’li. İyi ki bu günleri görmemiş. Sağken konuşurduk kendisiyle dayı-yeğen olarak siyaset ve siyasetçiler hakkında. Şimdilerde yaşıyor olsa idi konuşmaya değer bulurmuydu o partiyi ve diğerlerini? Sanmıyorum.

Eski siyasetçiler şimdikiler gibi değildi. Olması da gerekmez elbette. Ama onlar konuşulurdu; haklarında lehte, aleyhte tartışılırdı. Günümüzde siyasetçilerden konuşmağa, tartışmağa değer kaç kişi çıkar? Özgür Özel mi, Ekrem İmamoğlu mu konuşulacak? Konuşanlar vardır muhakkak. Konuşsunlar. İyi olur. Hiç olmazsa siyasete şimdilerde de ilgi duyulduğu anlaşılır. Şu veya bu düzeyde!


“Nebiler Neyi Bilirler?”

 

Ahmet Ayhan Çitil‘in bu yazının da alıntı olarak başlığını teşkil eden, 2 aylık düşünce dergisi olan Teklif‘in Mayıs 2023 sayısında çıkan yazısının ( Sayı: 9, s. 74-78) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Başlıktaki sorunun cevabını tam olarak vermeye çalışmak Nebi olmayanların yetkinliklerini aşar. Nebilerin bildiklerini ya da kendilerine bildirileni bize açtıklarında, cehdederek iletileni anlayabilir veya tecrübelerimizdeki karşılığını görebiliriz, fakat söz konusu bilgiyi ihata edebileceğimizi söyleyemeyiz. Öte yandan bu soruya, basitçe “Nebiler nerede olduğumuzu bilirler” diyerek cevap verebiliriz.

Bahsi geçen Nerede? sorusu ile kast edilen uzay -zamanda bir konum değildir, Yaşayan, tecrübe edinen, doğan, ölen, (…) insanoğlunun varlığını borçlu olduğu mekândır. Onlar bu mekânın bir sâhibi olduğunu bilirler. Bu sorunun cevâbı onlara mekânın sâhibi tarafından ifşa edilmiştir (vahyedilmiştir). Bu genişlikte ele alındığında kastedilen mekân tüm mevcûdâtın içine yerleşerek varlık kazandığı ve varoluşa kaynaklık teşkil eden sahnedir.

Biz bu itibarla kaynak teşkil eden bir sahnede var oluruz. Bu sahneye içinde varlık kazandığımız mahal de diyebiliriz. Lâkin insan, hem bedenli hem de çok farklı zihnî melekelere sahip bir varlık olarak kendisini doğumundan itibaren bir sahneler çoklusu içerisinde bulur. O sahneleri tanır, o sahnelerde kendini tanır. Kaynak teşkil eden sahne “hep orada” olsa da onu unutma eğilimine girebilir. Bilmek, insanın bu sahneleri, sahnelerdeki var olanları ve onlarla irtibatı dahilinde kendisini tanıması, aşinalık kazanmasıdır. Her insan (ve her canlı) her bulunduğu sahnede çok farklı boyutlarda, çok farklı konumları işgal ederek var olur. Üstelik bu konumlar sâbit de değildir; insan aynı sahnede farklı konumlara geçiş yapabilir. İşgal edilen her bir konum sahneyi farklı bir nokta-i nazardan seyretmeye vesile olur. Bilmek, sahnedeki konuma göreli birhal alır. Dolayısıyla sahnedeki farklı boyutların ve konumların bir dökümünü yapmaksızın, bilmenin hakkıyla çözümlenmesi mümkün değildir.

Bu nokta-i nazar çokluğunun varlığı, bilgiyi imkânsız veya göreli kılmaz. Hakkını vererek bilen lçin bilinenin kesinliğinden her zaman söz edilebilir. Sahnedeki konumlanma bilinenin içeriğini, kapsamını, kesinliğini değiştirir. Hakikatin ifşası olarak bilgi, bilgi edinenin hâline kayıtsız değildir. Peki yukarıda anılan bu boyutlar ve konumlar neler olabilir?

Her bilme bir farkındalık, bir aşinaık, bir tanışıklık içerir. Söz konusu farkındalığın düzeyi sahneyle ilişkilenme ve hemhâl olma süreçlerinde değişiklik gösterir. Bazıları bir sahnede var olurlar ama o sahneyi hiç farketmezler. Bu bir tür cehalettir. Sahneyi bilen birisi, dışarıdan bir nazarla o kişilerin farkında olmadan içinde bulundukları sahneyi teşhis edebilir.

Bazıları yeni bir sahneyle karşılaştıklarını fark ederler lakin o sahneyi bir yabancilaşma kipinde tecrübe ederler. O sahnededirler ama oranın yabancısıdırlar. Bazıları bu yabancılaşmayı aşıp sahnedeki unsurlara, varsa usûllere, yollara, yordamlara âşinalık kazanabilirler. Bu farkındalık kısa veya uzun süren muğlaklıklar lçeebilir. (…).

İnsan, hem bedenli hem de çok farklı zihnî melekelere sahip bir varlık olarak kendisini doğumundan itibaren bir sahneler çoklusu lçerisinde bulur. O sahneleri tanır, o sahneler de kendini tanır. Kaynak teşkil eden sahne “hep orada” olsa da onu unutma eğilimine girebilir. Bilmek, insanın bu sahneleri, sahnelerdeki var olanları ve onlarla irtlbatı dahilinde kendisini tanıması, aşinalık kazanmasıdır.”





yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar

“İslâmiyet’e duhul varoluş derdini üstlenmek anlamına gelir.”

 

ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında NEYE CEVAP VERİLECEK? başlığıyla çıkan İsmet Özel’in 4 Şevval 1446 (2 Nisan 2025) tarihli yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Seçimin galibi Cumhuriyete karşı muharebeye girişen kralcılar İspanya iç savaşını kazandı. Dolayısıyla kralcı General Franco öldükten sonra ülkenin yönetimini aristokrasiye devretmekten başka çare yoktu. Hepimiz savaş boyunca Faşist İtalya’nın ve Nasyonal Sosyalist Almanya’nın uçaklarının kralcı yörelere değil, cumhuriyetçi şehirler üzerine bomba yağdırdığını biliyoruz. Hür dünya olarak bilinen ülkeler görünüşte savaşı cumhuriyetçilerin kazanmasını hem istiyor, hem bekliyordu. İtalyan ve Alman uçaklarının cumhuriyetçileri katletmesi sebebiyle Archibald Macleish adlı bir Amerikan şairi “The Spanish Lie” başlıklı bir şiir yazdı. Başlık İnglizce dışında bir dile hem İspanyol Yalanı olarak, hem de İspanyol Ölüsü olarak tercüme edilebilir. M.C. Anday ikincisini tercih etmiş. Şiirin ilk mısraı şöyle: ” This will be answered” Anday hüner göstererek bunu “Bunun hesabı sorulacak” şeklinde çevirmiş. Güzel bir tercüme… Ama söylenenlere inanacak olursak tercümeler kadınlar gibiymiş: Güzel olurlarsa sadık olmazlarmış, sadık olurlarsa güzel değillermiş. Mütercimin hatırına buna inanalım; ama daha sadık tercüme: “Buna bir cevap verilecek” olabilirdi.

İnsanoğlu elinden hâsıl olan her şeyin cevabını verecek. Hadiseyi yalınkat bir açıklamayla geçiştiremeyiz. Bir işin bu dünyada sorgulanmış olması öbür dünyada hesaptan düşüleceği anlamına gelmez. Yani dünya işlerinin dünyada kotarılmış olmasının asıl mahkemenin kararına bir tesiri yoktur. Bu durum bizi her şeyin hesabının âhirette verileceği avuntusuna götürürse hatalı bir yola girmiş oluruz. İslâm yolu kendini olduğu kadar ötekini de İslâm’a davetle açılır ve girilen bu yolda ömür boyu yürümek söz konusudur. İslâm her şeyden önce bir fetih dinidir. İslâm’a girmekle kendimiz fetih çabasına dalmış oluruz. Cihat kendimiz için seçtiğimiz her şeyi hasmımıza ikram faaliyetidir. İslâm bütün kalıpları reddetme alanı açar. Türkçede “Gün battı, gâvur yattı” diye bir söz var. Yani Müslüman olmayanlar bilirlerse ancak kısa vadeli bir al-ver hesabına uygun hayatı bilirler. Müslümanlık ise ebediyet içinde bir ferdiyet uğraşına dalmak demektir. İslâmiyet’e duhul varoluş derdini üstlenmek anlamına gelir. Bunun içinde teraziyi doğru tartmak, yaratılmışların her birine merhamet göstermek olduğu kadar tabiatın tahribine engel olmak, siyaseti millî menfaat derecesinden aşağı düşürmeden yürütmek de yer alır.

İnsanın ve aynı zamanda beşerin yaşarken uykuda olduğu, ancak ölünce uyanacağı yolunda bir kavrayış vardır. Kur’an hepimizi dünyanın fani, âhiretin ise kalıcı olduğu hususunda defalarca ikaz eder. (…) Dünyanın âhiretin tarlası olduğunu bize Kur’an öğrettiyse yaşarken aldığımız her nefes paha biçilmez değere sahiptir. Türk topraklarında vatana ihanet etmeksizin yaşamak bizi hangi sınırların bizim sınırlarımız olduğu gerçeğinin bilincine varmağa götürür.

Hem birinci, hem de ikinci dünya savaşı Türk varlığının tarihteki yerini kavramamıza vesile olmalıydı; ama olmadı. (…) Türklüğümüzü başka bir şeye, meselâ modernleşmeye intibakımıza değil, sadece Misak-ı Millî metninin bize kazandırdığı hükümranlık sahasına borçlu olduğumuzu savunan bir odaktan mahrumuz. (…) Millî varlığımız sırtını Cumhuriyet idaresine dayamış inkılâplarla sınava tabi tutuldu. Şu anda sınavın neresinde olduğumuzdan bile haberimiz yok.

Dünyayı ve dünyada mülk edinmek insanın ahlâk dokusunu gevşetir. (…) Türkler Hz. İsa’nın doğumundan 1920 yıl sonra Misâk-ı Millî’yi dünyaya ilan etmekle asıllarına avdet etmiş oldular. Yani Türklerin varlık sebebi kâfirlerin hayat sahasını daraltmaktı. (…)” İsmet Özel, 4 Şevval 1446 (2 Nisan 2025)