Uncategorized Posts

Yûsufî Kelimede içkin “Nûrî Hikmet”in beyânında olan Fas’tan alıntılar

 

Muhyiddin İbnu’l Arabî‘nin FUSÛSU’L-HİKEM Tercüme ve Şerhi-II’nin (Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk, Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mustafa Tahralı-Dr. Selçuk Eraydın; M.Ü. İFAV, 7.Baskı 2017) bu yazının başlığını teşkil eden IX. Bölümünden yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Nûrî Hikmetin Yûsufî Kelimeye tahsis olunmasındaki sebeb budur ki, misâl âlemi, nûrânî âlem ve Yusuf (a.s.)ın keşfi de misâlîdir. Ve Yûsuf (a.s.)a, misâlî hayâlî sûretlerin keşfine ilişkin olan ilmî nûrî saltanat zâhir (görünür) oldu. O da ekmel vecih üzere ta’bîr ilmidir. Yûsuf (a.s.)dan sonra bu ilmi bilen, o hazretin mertebesinden bilir ve onun rûhâniyetinden alır.

Şu halde hakîkî nûr öyle bir nûrdur ki, onun vâsıtasıyla eşya (şeyler) idrâk olunur, fakat kendisi idrâk olunmaz. Zîrâ o, nisbetler izâfâttan soyutlanması yönünden Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin zât hakikatidir. İşte bunun için (s.a.v.) Efendimiz’den Rabb’ini gördün mü!? diye sual olundukda Bir nurdur, ben onu nasıl görürüm? Yani soyut nûrdur; onu görmek mümkün değildir, buyurdular. Bundan dolayı zât hakikati (ayn)ı olan hakîkî nûru mazharlar, nisbetler ve izâfetlerden soyutlanması i’tibariyle görme ve idrâk mümkün değildir. Velâkin mertebelerin perdelenmesi arkasından mazharlarda idrâk mümkündür.

İdrisî Kelime’de içkin olan “Kuddûsî Hikmet”in Beyânındadır

 

FUSÛSU’L-HİKEM Tercüme ve Şerhi-II’nin (Tercüme ve Şerh: AHMED AVNİ KONUK , Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mustafa Tahralı- Dr. Selçuk Eraydın, M.Ü. İFAV, Yedinci Baskı: Nisan 2017 ) IV. Bölümünden ( Bu münif /yüce Fass İdrîsî Kelimede içkin olan “Kuddûsî Hikmet”in Beyânındadır) yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Kuddûsî hikmet’in İdrîsî kelimeye tahsisindeki hikmet budur ki: İdrîs (a.s.) meşakkatlı riyâzetler ile nefsini hayvânî sıfatlar ve tabiî küdûrâttan (bulanıklıklardan) ve nakais-ı ârızadan temizlemiş; ve âkıbet ruhâniyyeti hayvâniyyeti üzerine galebe etmekle, beden ve ceset kayıtlarından sık sık çıkan ve mirâc sahibi olmuş; ve melâike ve soyut ruhlar ile muhatabatta bulunmuş idi. Nitekim on altı sene yiyip içmediği ve uyumadığı ve soyut akıl hâline geldiği hikâye olunaur. Bu mânâlar, cismânî kesâfet içinde, fikrî nazara dayanan aklı varlığına hâkim olan feylesoflar katında kabûl olunur bir şey değildir. Fakat ne yapsınlar ki, onların akılları cisim ve cismâniyet dâiresinde mahsûr ve mahbus kalmıştır. O hudûd dışına çıkamazlar; ve “insan yiyip içmese ve uyumasa ölür” derler. Vakıa bu hükümleri, vücûdlarında kesâfet hükümleri hükümrân olan kimseler için doğrudur. Velâkin nefislerini, tabiî küdûrattan ve cismânî kesâfetten kurtaran zevât hakkında aslâ doğru değildir. Bu zevâtın tutumlarına ıttılaa (akıl erdirmeğe) cüz’î akıllar erbâbı için imkân yoktur. Zîrâ onların akılları sınırlı bir daire içind Ceenâbına lâyıkke mantıkî ve tabiî kayıdlar ile bağlı kalmıştır. Kuddûs mukaddes manâsına takdîs’ ten türemedir. Lügavî manâsı tathîr dir (temizleme). Ve terminolojide “Hakk’ı, imkân ve ihtiyaçtan ve kevnî nakaisten (noksanlıktan) ve kendinin gayri bulunan mevcutlara nispeten kemâl add olunan kemâlâttan, Cenâbına lâyık olmayan şeyden tathîrdir”. Zîrâ Hak Sübhânehû ve Teâlâ ve onun zâtî kemâlâtı, akıl ve vehim ve hayâl ile idrâk olunan kemâlâttan a’lâ ve ecelldir. (…)”

İshâkî kelimede içkin “Hakkî Hikmet”in beyânında olan Fas’tan alıntılar

 

Bilinsin ki, tümel ilmî anlam ümmü’l- kitaptan, âlemin kalbi mesâbesinde olan ‘levh-i mahfûz’ âlemine nâzil olur; ve ondan ‘misâl âlemi’ne gelir. Ondan sonra his âleminde cesed hâline gelip hissî göz ile görülür. Misâl âlemi, ulvî âlemden süflî âleme; ve bâtından zâhire, ve ilimden var oluşa (kevn’e) nâzil olan varlığın dördüncü mertebesidir. Buna mutlak hayâl âlemi; ve insanın varlığında olan hayâle de mukayyed hayâl âlemi derler. Ve insanî hayâlin bir tarafı misâl âlemine, bir tarafı da kendi nefsine ve cesedine bitişiktir. İster mizaç bozukluğu sebebiyle ve ister uyku sebebiyle olsun, eğer insanın hayâline süflî yönden, yani bu içinde bulunduğumuz kevn (varlık) âleminden bir sûret müntakış (nakş edilmiş) olursa, hakîkati yoktur; karışık rüyalardır. Çünkü o kimsenin kevnî nukûşa olan ilgisi sebebiyle, hayâlinde peydâ olan bir tür oyuncaktır. Fakat insanın hayâl aynasında tasarlanmış olan sûretler ulvî yönden, yani misâl âleminden inmiş ise, gerek yakazada ve gerek uykuda olsun hak ve sâbittir. Çünkü misâl âlemi Hakk ilminin hizânesidir (kalbidir); onda hatâ mümkün değildir. Ve misâl âleminden inen sûretler, eğer tâbire muhtaç olmayıp his âleminde aynıyla zuhûr ederse buna soyut keşif derler. Ve eğer görülen hayalî sûretler, kendisine münasebeti olan hissî sûretler ile tâbire muhtaç olursa, buna da muhayyel keşf derler. Ve insânî hayâle süflî yönden mün’akis ( tersine dönmüş) sûretlere de soyut hayâl’ denir. Bu bahsin tafsili için bkz. Yûsûfî Fass. Şu hâlde soyut keşf ile muhayyel keşf hak ve sâbittir. İbrâhîm (a.s.) oğlu İshak (a.s.)ı rüyasında kurban etti. Ve onu ‘soyut keşf ‘ türünden sayıp his âleminde de, aynıyla cenâb-ı İshâk’ı kurban etmeğe teşebbüs buyurdu. Fakat Hak Teâlâ hazretleri onun rüyasını, misâl âleminde gördüğü halîm gulâmı olan Hz. İshâk’ın sûretini, ona münasebeti bulunan koç sûretiyle tevil ederek hak kıldı. Pederinin rüyası İshâk (a.s.) hakkındabu sûretle tahakkuk ettiğinden İshâkî Kelime hakkî hikmete tahsîs olundu. (…)”

Fusûsu’l- Hikem Tercüme Ve Şerhi-I’den alıntılar

 

“Din” lügat itibariyle “inkıyâd”, “cezâ” ve “âdet” anlamlarına gelir. Bu anlamların üçü de “şer’ “a taşınabilir. İnkıyâdın anlamı şudur ki, kul nebînin Hak tarafından getirdiği şerîata ya uyar (inkıyâd eder), ya muhâlefet eder. Eğer inkıyâd ederse, Hak Teâlâ da ona uygun karşılık ile münkâd olur (uyar).

Şu halde kulun sâbit hakikatinin bu anılan ilk ve sonraki hâli kendi üzerine döndüğü için dîn “âdet”tir. Gerçi “âdet” denildiğinde, akla gelen şey, bir emrin hakikati ile kendi hâline dönüşü anlamına ise de, böyle “âdet” hakikatte vâki değildir. Zîrâ “âdet” tekrardır. Ve tecellîde ise tekrâr yoktur. Belki mükerrer sanılan şeyler yekdiğerinin mislidirler. Meselâ kul, emre uyarak sabah namazını kıldı. Hak da onun tabiatına uygun karşılık ile inkıyâd eyledi. Ertesi gün yine sabah namazını kıldı, yine karşılığa nâil oldu. Namaz kulun eylemi olup, sâbit hakikati hasebiyle Hakk’ın kendisine bir tecellîsinden ibârettir; ve kulun hâlidir. Karşılık da Hakk’ın bir tecellîsi olup o da kulun sâbit hakikati hasebiyle vâki olur. Bu da kulun sonraki hâlidir. Şu hâlde namazların ve karşılıkların sûretleri mükerrer görünür. Bu itibarla dîn “âdet”tır. Velâkin bu sûretler yekdiğerinin aynı olmayıp benzeridir. Bu itibar ile de “âdet” değildir. Ve yine namaz kılmak kulun hâllerinden bir hâl olduğu gibi, onun sâbit hakîkatinin hallerine göre vâki olan karşılık verme de, o hâli izleyen ikinci hâldir. Ve ilk hâli izleyen ikinci hâl ise elbette cezâ (karşılık verme) değildir. Dolayısıyla “din” bir yönden “cezâ ve âdet” ve bir yönden de “cezâ ve âdet” değildir.

Semâvât ve arz’ın yaratılışı

 

Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-I’in (Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk, Hazırlayanlar: Prof.Dr. Mustafa Tahralı-Dr. Selçuk Eraydın, İFAV (M.Ü. İlahiyat Fak. Vakfı Yayınları, 7. Basım 2017 İSTANBUL) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Birinci fasıl: Vücûd

” ‘Vücûd’un dilimizde karşılığı ‘varlık’ dır. Sözlük anlamı ‘matlûbu bulmak’tır. (matlûb: talep edilen) Şu halde vücûd lafzı ile bir hakîkat murâd olunur ki, onun varlığı kendi zâtından ve kendi zâtı iledir. Ve bâkî mevcûdâtın varlığı ondan olup onunla kâimdir. Mutasavvıf muhakkıklar (tahkik ehli) kelâm âleminde o hakikate işaret için Lâ-taayyün ve mutlak varlık derler. Çünkü varlık zâtı bu mertebede hiçbir isim, sıfat ve fiil ile kayıdlı olarak müteayyin (belirmiş) değildir; bi’l-cümle belirmeler -kayıdlarından mutlaktır. Belki belirmelerin hepsi bu mertebede zâtın hakikatidir. Sırf Vücûd derler. Çünkü zat, isim, resim, sıfat ve nitelikten kendi sırâfeti (sırf oluşu) ile hâlistir.

‘Sâdic (sâde) Zât, kâfûr hakikat (beyaz ve yarı saydam, ıtırı kuvvetli madde) da derler. Zîrâ esmâ, sıfatlar ve fiiller renginden sâde ve sâfîdir; ve hiçbir renk ile renklenmiş değildir.

Mechûlü’n-na’t, Ezelü’l-âzâl, Gaybü’l-guyûb, Münkata’u’l-işârât, et-Tevhîdü ıskâtu’l- izâfât Münkata’u’l-vicdânî bu mertebede denilenlerdir.

Suâl: Zâtın zâta vicdânı olmamak mümkün mü? Cevap: Bir şeyi bir şeyden olumsuzlamak için, o şeyin -velev ki hayâlen olsun sübutu lâzımdır. Oysa hakiki varlık karşısında ilim ve hayâl dahi var değildir ki, olumsuzlama niteliği vâkı olabilsin.

Bu isimler lâ-taayyün isminin eşanlamlılarıdır. Lâ-taayyün mertebesi belirmelerin tümünün olumsuzlanmasıdır. Böyle olunca, lâ-taayyünün tasavvurundan zât ” münkata’u’l-vicdânî (vicdânen sorumsuz) olur. hüviyyet Gayb’ı derler. Zira varlığın tüm mertebeleri bu mertebede zuhûr mertebelerine nisbetle gayb ve fikdân (yokluk) içindedir. Nitekim karanlık gecede bi’l-cümle şeyler bi’l-fiil hâricî var olanlardır. Fakat zulmet (karanlık) galebesinden ötürü eşyâ (şeyler) aslâ görünmez. Zira olmamak başka, olup da görünmemek başkadır.”