Fiillerin, isimlerin, sıfatların ve zât’ın tecellîleri hakkında bilgi
Abdülkerîm el-Cîlî’nin(h.767-826 veya 832) İnsân-ı Kâmil olarak yayınlamış eseri (orijinal adı el-İnsânü’l-Kâmil fî-ma’rifeti’l-Evâhir ve’l-Evâil) Abdülaziz Mecdi Tolun (m.1865-1941) tarafından tercüme edilmiştir. Yayına hazırlayanlar, Yrd. Doç. Dr. merhûm Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli, Abdullah Kartal’dır. ( İZ Yayıncılık’ tan 4. Baskı 2015)
Bu yazıyı başlıkta belirtilen konularda yapacağım alıntılamalar oluşturacak.
Kitabın Onikinci Bâbını teşkil eden ‘Tecellî-i Ef’âl Hakkındadır’ başlıklı bölümden , Fiillerin Tecellîsine dâir bazı alıntılar:
“Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin fiillerinde tecellîsi o meşhedden (şehid olunan veya şehidin gömüldüğü yer) ibârettir ki, kul o meşhedde eşyâda (şeylerde) kudretin cereyânını (akımını) görür ve Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerini her şeyin muharriki (tahrik edicisi) ve müsekkini (teskin edicisi) olarak bilir ve bu sûretle şehâdet (şahitlik) eder. Bu şuhûdda (şâhitlikte) kuldan fiili nefy (olumsuzlama) ile Hakk’a isbât (olumlama) zarûrîdir. Kul bu meşhedde kuvvetten, kudretten, iradeden meslûbdur (soyulmuştur). Nâs (insanlar) bu meşhedde müteaddid (türlü türlü) etvâra (hâl ve tavırlara) tâbidir. Bazılarına Hak evvelâ irâdesini, sonra fiillerini gösterir. Kul için fiil ve iradeden soyulmuş olmak bu meşheddedir. Bu mertebe fiillerin bu tecellîlerinin yüksek mertebesidir.” (s.113)
“Bazılarına da Hak, ilkin iradesini göstermeyip, mahlûkâtta tasarruflarını ve o tasarrufların saltanat kudreti altında cereyânını (akışını) gösterir. Bazıları da fiilleri, sudûr (ortaya çıkma) esnâsında mahlûktan görerek, akabinde (ardı sıra) Hakk’a rücu’ eder (döner). Bazılarında da bu şahitlik, mahlûk fiillerinden çıktıktan sonra vâki olur. Bu şâhitiğe nâil olan kimse, bu hâli başkasında görürse, hakîkat ehli indinde o hâli müsellemdir (doğruluğu kesindir). Ama nefsinde görürse, sünnet zâhirine uygun olmadıkça onu teslîm etmeyiz (hakikat olduğunu söyleyemeyiz).
İlâhî fi’l tecellîsinde bir kimseye Cenâb-ı Hak ilkin irâdesini gösterip, sonra o kimse Hakk’ın o fiilde tasarrufunu, fiilin çıkmasından evvel, fiilin çıkması sırasında, fiilin çıkmasından sonra görürse, onun bu müşahedesini teslîm ederiz (hakikat olduğunu söyleriz). Yalnız yine o kimseyi şerîatın zâhiriyle mutâlebe ederiz (yargılarız). Fakat bu kimse sâdık ise, Allah ile kendisi arasında halâsa nâil olmuştur. (…)” (s.113-114)
“Fiillerin tecellisine mazhar olanlardan bazıları da fiilinde ilâhî fiili müşahede ederek, kendi fiilini ilâhî fiile tâbi kılar. Tâatta olunca nefsine boyun eğen, ma’siyette olunca nefsine âsîdir, der. Fiillerin tecellîsine mazhar olanlardan bazıları da, fiilinde kendisini görmeyip ancak ilâhî fiili müşâhede eder. O kimsenin nefsine fiil nisbeti yoktur. Bu kısımdan olanlar ‘taatte mutiim, masiyette âsiyim’ demez.” (s.114-115) (…)
“Şurası da bilinsin ki, fiillerin tecellisine mazhar olanların makâmı ne kadar büyük, merâmı ne kadar celîl(yüce) olsa da, yine bunlar işin hakikatinden örtülüdürler. Bunların Hak’dan kaybettikleri şey, ulaştıklarından daha büyüktür. Çünkü Hakk’ın fiillerindeki tecellisi isimleri ve sıfatlarındaki tecellîlerine perdedir.(…)” (s.117)
“Cenâb-ı Hak kullarından biri üzerine ‘ilâhî isimleri’nden biri ile tecellî ederse, o kul o ismin nurları altında muzmahil (çökmüş, darmadağın duruma gelmiş) olur.” (s.118)
“İsimlerle ilgili tecellîlerden birinci meşhed (müşahede yeri) Cenâb-ı Hakk’ın kuluna ‘Mevcûd’ ismiyle tecellî etmesindedir. Bu isim o tecellîde kula ıtlak olunur (salıverilir). Bundan daha a’lâ tecellîsi ‘Vâhid’ ismiyledir. Ondan da a’lâsı ‘Allah’ ismiyle tecellîsindedir. Bu tecellîde kul büsbütün muzmahil olarak, kendisinin varlık dağı yıkılır. Hak o kimseye Tûr hakikati üstünde ‘Şüphesiz ben Allah’ım’ (Tâhâ, 20/14) nefhasıyla nidâ eder. İşte o zaman Allah kul ismini mahv ederek, böylece Allah ismini isbât eder. (…) Kul daha ziyade terakkî eder ve kudret kazanırsa Hak o kul için ‘Rahman’ ismiyle tecellî eder. Daha sonra ‘Rab’ ismiyle, daha da sonra ‘Melik’ ismiyle, sonra ‘Alîm’ ismiyle, sonra da ‘Kâdir’ ismiyle tecellî eder.” (s.118) “Kul anılan isimlerden her birinde Allah’ın tecellîsini gördükçe, tertib itibariyle daha önceki mertebeden yüksek izzete nâil olduğunu anlar. Çünkü Hakk’ın ayrıntıdaki tecellîsi özdeki tecellîsinden daha yüksektir. Dolayısıyla Hakk’ın kuluna ‘Rahman’ ismiyle tecellisi, ‘Allah’ ismiyle zuhurundaki icmâlin (özün) ayrıntısıdır. Bunun gibi ‘Melik’ ismiyle zuhûrundaki tecellîsi, ‘Rab’ ismiyle zâhir olan tecellîsindeki özün ayrıntısıdır. (‘Alîm’ ve ‘Kâdir’ isimleriyle tecellîsi, ‘Melik’ ismiyle zuhûrundaki özün ayrıntısıdır-Mecdî/ Mütercim) Kalıcı ilâhî isimler de böyledir. Fakat zâtî tecellîler bu izaha tamamiyle muhâliftir. Çünkü anılan mertebelerden bir mertebenin gereğine göre zât, nefsi için tecellî edince ‘eamm’ (en genel) olan isim, ‘ehass’ (en özel) olan ismin üstündedir. Dolayısıyla ‘Rahmân’, ‘Rabb’in üstünde, ‘Allah’ da bu ikisinin üstündedir. Bu meseleyi iyi anla! (…)” (s.119)
“Hak bir kimseye ‘Allah’ ismiyle tecellî ederse, o kimse nefsinden fâni olur.” (s.122)
“Cenâb-ı Hakk’ın zâtı bir kul üzerine sıfatlarından bir sıfatla tecellî edince, o kul o sıfatın feleğinde (semâsında) yüzer. Böylece o öz yoluyla olmak üzere o sıfat semâsında gâyesine erişir. ‘Bu erişme öz sûretiyledir’ dedik; çünkü ayrıntı yoluyla erişme mümkün değildir.” (s.124) “(…) Sıfatlarla ilgili tecellilerde insanlar kabiliyetleri, ilmî zenginlikleri ve irfânî potansiyelleri gereklerine göre muhteliftir. Bunlardan bazısına Hak hayatî sıfatla tecellî eder.”(s.126)
No Comments