“Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-II’den sözler

 

Müellifi Muhyiddin İbnu’l Arabî, mütercimi ve şerh edeni Ahmed Avni Konuk ve yayına hazırlayanları Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve Dr. Selçuk Eraydın olan eserin bu cildinden yer yer yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“(…) Varlıklar âlemindeki ‘şeyler’ ilâhî isimlerin ‘mazhar’ları, yâni zuhûr yerleridir. ‘Şey’ zâhir (görünür) olduğunda ilâhî isim onda bâtın (görünmez), ilâhî sıfat ise bu isimde bâtın, ve Zât da bu sıfatta bâtın durumdadır. Şu halde ‘şey’ görüldüğü durumda ‘isim’, ‘sıfat’ ve ‘Zât’ müşahede edilmemektedir.

Bütün varlıklar âleminin, Hakk’ın ‘vücûd’unun mertebe mertebe tenezzül ederek (inerek) zuhûr ve tecellî etmesinden ibâret olarak kabul edildiği ifade edilmişti. A. Avni bey Zat, sıfat ve isim kavramlarıyla bu tenezzül ve zuhûru şu şekilde anlatmaktadır: Zât kendisinde bilkuvve (potansiyel olarak) mecut olan sıfat ve isimlerinin hüküm ve eserlerini müşahede etmek istedi; ve varlıkları icâda yöneldi. Önce sıfat ve isimlerin sûretlerini ‘ilâhî İlim’de icâd etti. Bir sıfat olan ‘ilim’ Zât’ın aynı olduğu cihetle, bütün sıfat ve isimlerin sûretleri Zât’ın vücûdunda (varlığında) peydâ oldu. Bu hal ‘Sırf Zât’ın ‘Zât mertebesi’nden kendi ‘sıfat ve isimleri mertebesi’ne tenezzül etmesi demektir. Böylece her türlü sûretten münezzeh ve müteâl (aşkın) olan Zât, sıfat ve isimleri itibariyle birtakım ilmî sûretlere bürünmüş ve bu sûretleri kendi ‘ilm’inde müşahede etmiş olur. Bu mertebeye ‘ilk taayyün’ adı verilmektedir. ‘Sırf Zât’, yâni ‘lâ-taayyün’ mertebesinde ilâhî şe’nlerden (şe’n: iş, olay, durum) ibaret olan bu sıfat ve isimler bir fark ve temeyyüz olmadığı halde, ‘ilim mertebesi’ olan bu ‘ilk taayyün’ mertebesinde birbirlerinden ayrılmış ve farklılaşmışlardır. Böylece Hâdî ismi Mudill isminden, Dârr ismi Nâfi’ isminden temeyyüz etmiştir (farklılaşmıştır). İşte ‘şey’in bir ilahî ismin zâhiri ve mazharı (zuhur yeri) olduğunu bilen sâlik (bir yola girmiş), önce ‘şey’in bâtını olan ‘ism’e, sonra ismin bâtını olan ‘sıfat’a, daha sonra da sıfatın bâtını olan ‘Zât’a doğru ‘kalbî’ ve manevî bir yükseliş ve idrak gayreti içine girerek, gözüyle gördüğü ‘şey’de Hakk’ın isim, sıfat ve Zât’ını ‘kalb’ ve ‘basîret’ gözüyle müşahede eder. Bu durumda artık o ‘şey’i sadece maddî bir varlık olarak idrak etmeyip, ‘basîret gözü’yle Hakk’ın Zat, sıfat veya esmâsının (isimlerinin) bir tecellisi olarak görmek derecesine ulaşmış olur.” (s.24-25)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked