“Hakk’ın hitâbı umûmadır.”
Muhyiddin İbnu’l Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem adlı eserinin tercüme ve şerhi Ahmed Avni Konuk (1285/1868-1938) tarafından, el yazısıyla ve o dönemin Türkçesiyle 28 defter hâlinde yapılmış olup, Konya Mevlânâ Müzesi Kütüphânesi’nde 3853-3880 numaralarda kayıtlıdır. Şerhin büyük kısmının dört yılda yazıldığı anlaşılmaktadır. Ancak istinsah ve temize çekme işleri sebebiyle 1334-1346 (1915-1928) tarihleri arasında, 12-13 yılda tamamlanmıştır. (Füsûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-l (s.22-23)
Bu eseri günümüz Türkçesiyle yayına Hazırlayanlar Prof.Dr. Mustafa Tahralı ve (merhûm) Dr. Selçuk Eraydın’dır.
Eserin bu birinci cildinden yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
“İmdi tüm akıl ile tüm nefs bu habbeye yakın olmadıkça ‘ihbitû’ (Bakara, 2/36,38) emriyle zât cennetinden sûret ve belirmeler âlemine inmediler. Ve onların bu yasaklanmış ağaca yaklaşmaları vehim iblisinin tüm nefse ve tüm nefsin de tüm akla galebesi ile vaki oldu ki, bu kesâfet âleminde onların zürriyetleri olan âdemî ferdler de her an hayâlî çokluklar ve Kur’andaki mel’un ağaca meftûn olmuşlardır (vurulmuşlardır) Hak Teâlâ hazretleri bu hakikate işareten Kur’ân-ı Kerîm’inde “Ey şerefli habîbim! zikr et şu vakti ki biz sana dedik; muhakkak senin Rabb’in insanları ulûhiyyet zâtı ile kuşatandır”; yani onların hakikî varlıkları yoktur; belki cümlesi isimlerimin gölgelerinden ibârettir. Ve gölgeler ise hayâldir. “Ve bizim sana gösterdiğimiz rüya ve Kur’ân’da olan mel’un ağaç insanlara fitnedir”, yani sana gösterdiğimiz bu belirmeler çoklukları rüyâdır. Nitekim sen de bu hakikati anladın da “Ve hani sana, ‘Rabbin gerçekten bütün insanları kuşatmıştır!’ demiştik. Ve sana gösterdiğimiz o görüntüyü ve Kur’ânda (İsrâ,17/60) la’netlenmiş ağacı yalnızca insanları sınamak için belirledik! Ve onları korkutuyoruz, ama bu, onları büyük bir azgınlığa sürüklemekten başka bir şeye yaramıyor!” Yani ey habîb-i zîşânım! Zikret şu vakti ki biz sana dedik; muhakkak senin Rabb’in insanları ulûhiyet zâtı ile kuşatandır; yani onların hakîkî varlıkları yoktur; belki cümlesi isimlerimin gölgelerinden ibârettir. Ve gölgeler ise hayâldir. Ve bizim sana gösterdiğimiz rüya ve Kur’ân’da olan mel’un ağaç insanlara fitnedir; yani sana gösterdiğimiz bu belirmelerin çoklukları rüyâdır. Nitekim sen de bu hakikati anladın da (İsrâ,17/60)daki ‘hitâb kâf’ı’ hakikatlerin ve nisbetlerin tümünü toplayıcı olan muhammedî belirmedir. Ve bu çokluklar zâtta oluşan mel’ûn ağaçtır(İsrâ, 17/60) “Biz onları yani varlıkları rûh ile nefisten oluşan insanlardan her birine “şu ağaca sakın yaklaşmayın”(Bakara,2/35) diyerek her an korkuturuz. Bu korkutma karşısında onların nefisleri vehm ayartmasıyla ruhlarını kendilerine meyl ettirerek o mel’un ağacın semeresi olan tabiî karanlığa el uzatırlar. O halde ey anlayış sahibi! Kur’ân-ı Kerîm geçmişteki Âdem ve Havvâ’dan değil, bizim günlük hâllerimizden bahsediyor. Biz ise bu olayı geçmişe ircâ ile, kendi hâlimizden gaflet ediyoruz.“ (s. 32-33)
“Allah tarafından nâzil olan şerîatların lisânı Hak Teâlâ Hazretleri hakkında bir şey söylediği vakit, peygamber onu kavminin lisânı üzere söyler; ve öyle lafızlar ile söyler ki, kavminin hepsi o lafızları işittikleri vakit, ilk anda zihinlerine anlaşılan manâları, te’vîl etmeksizin, zâhiri üzere alırlar.’ Zîrâ Hakk’ın hitâbı umûmadır. Bununla beraber o lisan arabî, ibrânî gibi hangi lisândan olursa olsun, peygamberin umûma söylediği o lafızların, o lisânın konumu itibariyle, muhakkıklar, muvahhidler ve zâhir ulemâsından her bir zümreye nisbetle, hususî mefhûmları, birçok vecihleri ve müteaddid manâları vardır. Hadîs-i şeriflerde de ‘Kur’ân’ın zahrı, batnı, haddi ve matla’ı vardır’ ve ‘Kur’ân yedi batın üzerine nâzil oldu’ buyururlar. Zîrâ Hak için halkın hepsinde zuhûr vardır. Dolayısıyla mefhûmun cümlesinde zâhir olan O’dur. Her bir fehimden bâtın olan da O’dur. Ancak “Muhakkak âlem O’nun sûreti ve hüviyetidir; ve o, Zâhir ismidir” diyen kimsenin fehminden bâtın değildir. Nitekim Hak, manâ yönüyle, zâhir olan şeyin rûhudur. Böyle olunca Hak bâtındır; dolayısıyla Hakk’ın, âlemin sûretlerinden zâhir olan şeye nisbeti, idare edenin rûhunun sûrete nisbeti gibidir.” (s.261)
Fusus’ta tefsîr edilen âyetlerin ve şerh edilen hadislerin böyle bir anlayışla yorumlandığı göz önünde bulundurulmalıdır. İbnü’l-Arabî’nin bir sözü: ‘Peygamberlerden daha akıllı yoktur. Muhakkak ki onlar, ilâhî haberden aldıkları şeyi getirmiştir.Buna göre de aklın isbât ettiği şeyi isbât ettiler. Ayrıca aklın yetişemediği ve kendi kendine imkânsız görerek tecellîde kabûl ve ikrâr ettiği hakîkati de ilâve ettiler. Şu halde akıl, tecellîden sonra, kendi nefsiyle başbaşa kalınca gördüğü şeyde hayrete düşer. Bu cümlede, naslarda aklın idrâk ettiği şeyler olduğu gibi, akıl-üstü olan, ancak tecellî sâyesinde kavranabilen şeyler de bulunduğu belirtilmektedir. A. Avni Konuk Bey bu cümleleri şöyle açıklamaktadır: Resûllerin getirdiği haberlerde üç şey vardır: 1. Aklın isbât ve kabûl ettikleri; 2. Aklın idrâkinde müstakil olmadığı şeyler ki, bunlar ‘teşbîh’ ile ilgili âyet ve hadislerdir. 3. Aklın nazarî (teorik) delîle muhâlif gördüğü için muhâl (olabilmesi düşünülmeyen) olduğunu söylediği şeyler ki, bunları ancak ‘tecellî’ neticesinde kabûl eder.
(…) Fusûsu’l-Hikem’de bahis mevzuu olan âyet ve hadislerin daha çok ikinci ve üçüncü kısımdakiler olduğu görülmektedir. (…) İdrâk edilen yeni manâlar ışığında ilâhî haberleri yorumlayan sûfîler, nasların umûmen ve ilk bakışta anlaşılan ’zâhir’ manâsına ilave olarak ’bâtın’ denilen manâsını da idrâk ettiklerini söylemektedirler. (…) Kula şer’î bir sorumluluk yükleyen nasların bâtınî manâsı kesinlikle zâhirde anlaşılan manâyı nakz ve ibtâl etmez. Bâtınî manâ zâhirde anlaşılan ‘hükm’e paralel olarak verilir, o hükmü teyid eder veya marifet bakımından bir başka planda yeni manâyı ortaya kor. İbnü’l-Arabî ve benzeri sûfîleri Bâtınîlerden ayıran en önemli fark, zâhir tefsîri kabul etmeleridir. Bu hususta İbnü’l-Arabî’nin dediği şudur: ‘Allah zâhiri bâtından, bâtını zâhirden ayırmamıştır.’ (…) (s.33-34)
‘Fusûs yazıldığı tarihten bugüne kadar sekiz asırdan beri İslâm mutasavvıf ve düşünürlerinin dikkatini çekmiş, İbnü’l-Arabî’nin mürîdi Sadreddin Konevî tarafından yapılan şerhi, asırlar boyunca pek çok şerh tâkip etmiştir. (…)’ (s.35)
“İnsân-ı kâmil ‘Allah’ câmi (toplayıcı) isminin mazharı (zuhur yeri) olmak itibariyle, kevn (oluş) âleminde Hakk’ın zâtî tecellîsi ancak O’na olur.” (s.183)
“Hak’tan lafz ile bir şey taleb eden kul, ilim ve yakîn gibi ya belirli bir şey ister; veyâhut ‘Yâ Rab! Sen benim hâlimi ve benim salâhım hangi şeyde olduğunu bilirsin. Benim zâtımın latîf olan cüz’üne, yani rûhuma ve rûhânî güçlerime ve kesîf (yoğun) olan cüz’üne, yani kesâfet (yoğunluk) âleminde belirmiş ve kayıdlanmış (müteayyin ve mukayyed) olan varlığıma ve nefsime / nefsânî güçlerime uygun ve sâlih olan ne ise belirlemeksizin onu ihsân et!’ sözünde olduğu gibi belirli olmayan bir şeyi taleb eder. (…)” (s.183)
No Comments