“İlerleme, Özgürlük ve Gayba İman”
İbrahim Halil Üçer’in “Telbis-i İblis: İlerleme, Özgürlük ve Gayba İman” başlıklı yazısının (Teklif 2 aylık düşünce dergisi, Temmuz 2022 /Sayı 4, s.78-89) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
“Bugün ister fiziksel gerçekliğin kuruluşunda isterse de bireyin pratik yaşamının inşasında gaybî herhangi bir ilkeye müracaat etmek gereksiz, anlamsız ve hatta tehlikeli bulunmaktadır. (…)
İnsanoğlunun birkaç yüzyılda sergilediği büyük ilerleme, evrenin sırlarını keşfetmeye dönük sınırsız bilimsel merak sayesinde temin edilmişse, bu meraka ket vuran her türden anlayış insanî ilerlemenin önünde bir engel olarak görülecektir. Evrenin işleyişine müdâhil olacak şekilde onun sırlarını ortaya çıkarma gayreti insanî ilerleme idealinin yalnızca bir boyutuna tekabül ediyorsa, diğer boyutu insanın iradesine ket vuran her türlü hâricî otoriteden özgürleşerek otonomi elde etme çabasında kendisini gösterir. Hâl böyle olunca gaybdan insan iradesini iyiye, doğruya, güzele doğru yönlendirecek; onu kötüden çirkinden yanlıştan uzak tutacak bir haberle geldiğini bildiren Peygamber’in bu haberin otoritesine teslim olmaya dönük daveti de özgürleşmeci insânî ilerleme idealinin önündeki en büyük tehditlerden birisi olarak görülecektir.
Modern kültürün özü olarak vazedilen ilerleme ve özgürleşme ideallerine gaybî varlık alanının otoritesini bu şekilde ilga ederek ulaşabildiğimizin iddia edildiği bir ortamda, tam aksine, gaybî ilkelere müracaatın insanlık için hayatî olduğundan bahsedebilir miyiz? Şayet bu mümkünse, neden ilerleme ve özgürlük idealiyle gaybî ilkelere iman karşı karşıya getirildi? Bu yazıda kısaca bu iki sorunun cevabını aramaya çalışacağım.
(…) Gaybî ilkelere müracaat ne zamandan beri ve niçin tehlikeli bulunuyor? Goethe’nin Faust’u bu soruya cevap vermemize yardımcı olacak etkileyici bir açılış sahnesiyle başlar: Veba illetinin herkesi kırıp geçirdiği ve kimsenin salgının gerçek sebebini ve tedavisini bilemediği ümitsizlik dolu bir ortamda bir rahip ortaya çıkar ve insanlara şöyle seslenir: Yalnız inananlar kurtulacak, günahkârlar mahvolup gidecek! Fakat biraz sonra rahibin kendisi vebadan ölür ve insanlar artık vebadan onları neyin kurtarabileceği konusunda daha büyük bir ümitsizliğe düşer. Istırapla olan biteni izleyen Faust, çaresizce eve gider ve probleme hiçbir çözüm getirmeyen skolastik eserlerle birlikte nihayet kutsal kitabı da ateşe atar. Bu esnada ateşe atılan kitabın içinden Mefisto belirir ve Faust’a imanını ona vermesi karşılığında vebanın sebebi ve devasını da içerecek şekilde evrenin sırlarını öğretmeyi vadettiği bir anlaşma teklif eder. Eserin devamı, Faust’un bu anlaşmayı kabulü ertesinde gelişen olayların tasvirini içerir. Açılış sahnesinin merkezinde üç unsur bulunur: Vebanın sebebinin skolastik bilimsel rasyonalite tarafından bir türlü tespit edilemeyişi, bunun üzerine insanların dinsel otoriteden yardım dilenişi ve bu yardım isteğinin karşılıksız kalması neticesinde hem skolastik rasyonaliteyi hem de dinsel otoriteyi tahtından ederek evrenin gizil güçlerini aşikar kılacak şekilde ‘şeytânî bilim’in sahne alışı. Aslında burada (…) yeni bilimsel rasyonalitenin Mefisto’yla ilişkilendirilerek şeytânî bir karakterde sunulması onun kendi şeytânîliğinden ziyade, başarısının insanları kendi imanlarından şüpheye düşürmesi, bir başka deyişle onun her adımda gaybî ilkelere imanı gerileterek ilerlemesiyle ilgilidir: Bu ilkelere dönük imanınızdan vazgeçmedikçe yeni bilimin sunacağı ilerlemeyi temin etmeniz imkânsızdır. Bu tasvirde gayba iman ilerlemenin, ilerleme ise gayba imanın önünde bir set gibi durur.
(…)Yeni bilimin vebanın arkasındaki gizil güçleri Faust’un önüne sürerken, gaybî ilkelere imanla uyumlu görünen ‘eski’ bilimin bu güçlere dair bilgi sunamamasının sebebi neydi? (…)
Aslında skolastik bilimsel rasyonalite açısından sadece vebanın değil, fiziksel evrende gözlemlediğimiz birçok fenomenin gerçek bir açıklaması yoktu. (…) Bilinen şey, sadece bu etkilere sebep olan bir gücün var olduğuydu. Etkileri bilinen ama kendisi bilinmeyen ve fiziksel evrendeki her cismin içine yerleşmiş gayb paketçikleri olarak görülen bu metafiziksel güçler, skolastik dönemin sonuna doğru ‘cehalet tapınağı’ olarak anılmağa başlanmıştı: Tecrübe ettiğimiz şeylerin bilmediğimiz sebeplerini barındıran büyük bir bilinmezlik tapınağı… Bu ‘tapınak’ta işlerin nasıl yürüdüğü, yani orada olup bitenlerin nasıl bizim dünyamızı doğurduğu insan idrakine kapalı olduğu için bilim insanının deneyim, gözlem, hesaplama ya da akıl yürütme yollarıyla ona ulaşabilmesi mümkün değildi. (…) İşte burada fiziksel cisimleri içine alan güçler, bu cisimlerin iç işleyişine dönük daha ileri bir merakın önünü kesen gaybî ilkelere dönüşmekteydi. Bu nedenle Descartes cevherî suretler denen böylesi gayb paketçiklerinin, felsefe-bilim tarihinin sırtına vurulmuş en ağır yük olduğunu söylemişti. (…) Bu ortamda, evreni yöneten ilkelere dair cehaletin ve şaşkınlığın artması ölçüsünde imanın da artacağı düşünülüyor; bilimin alanı daraldıkça imanın, kilisenin ve rahiplerin alanı genişliyordu. (…) Goethe’nin Faust’u Mefisto’nun argümanıyla ikna oldu ve kendini dehşetengiz bir yolculuğun içinde buldu. Gaybî ilkelere müracaatın, maddî evrenin sırlarını fethetme yönündeki insânî teşebbüsün önündeki en büyük engel olduğuna inanan ilerlemeci anlayış da bu argümana ikna olmuş ve onun tüm insanlığı ikna gücüne sahip olduğuna inanmış görünüyor. (…) İslam düşünce geleneği söz konusu olduğunda ne İbn Sina’nın kendisi, ne de kelâmî ve kimyevî geleneğin böylesi bir gayb tasavvuruna sahip olduğu söylenebilir. (…) İslâm düşüncesinde, kehribarın nasıl olup da elektriksellik; afyonun nasıl olup da sarhoş edicilik ya da mıknatısın nasıl olup da manyetik bir özellik sergilediği soruları nerdeyse hiçbir zaman mutlak bir şekilde bilinemez gaybî ilkelerle ilişkilendirilip bunları idrakin yolunun ancak iman olduğu söylenmemiştir. (…)”
No Comments