İlhan Kutluer’in “Yitirilmiş Hikmeti Ararken” isimli kitabından ‘Üç Metafizik Perspektif’ başlıklı yazısının birkaç yerinden alıntılar
“Kur’ân-ı Kerîm’in İslâm medeniyeti tarihinde göz alıcı bir entelektüel geleneğin çiçeklenmesini mümkün kılan faktörlerin başında gelmesi üç sebepten ötürüdür. Bunlardan ilki Kur’ân’ın insanı yalnızca bir ahlâk varlığı olarak değil, aynı zamanda entelektüel varlık olarak tanımlayan bir kitap olmasıdır. İnsana entelektüel güçler verildiğini belirten bu ilâhî metin, böylece insana entelektüel vazifeler yüklemiş olmaktadır. (…) Kur’ân’ın hitâbına muhatap olmak mademki insanın akıl sahibi olmasıyla ilgilidir, eğer akıl sahibi olmasaydı yükümlülük de imkânsız olacaktı madem, insan nasıl genel olarak erdem peşinde olma gibi bir vazife üstlenmiş ise hakikat peşinde olmak gibi bir vazifeyi de üstlenmiş olmaktadır. Kur’ân durmaksızın insana akletme gücünü hatırlatmakta onu entelektüel sorumluluğa çağırmakta ve bu yönde dikkat çekici teşviklerde bulunmaktadır. Demek ki Kur’ân insan tanımıyla entelektüel tazammunlarının (kapsamlar) ilkini ortaya koymuş olmaktadır. (s.68-69)
İkincisi, Kur’ân’ın muhteva itibariyle akıl sahibi insanın doğal olarak bilmeye yöneleceği varlık alanlarını da konu edinmesidir. Eğer Kur’ân neden bahseder, bu kitabın konusu nedir diye sorarsak cevap üç varlık alanına indirgenebilecektir. Bunlar Allah, âlem ve insandır. Bu üç varlık alanının Kur’ân inmeden önce de ve tabii ki bu kitabın inişinden sonra da insanoğlunun medeniyet serüveni içinde entelektüel yöneliş alanları olduğu hususu izahtan varestedir. (…) Şu halde Kur’ân’a beşerî etkinlik olarak felsefe açısından bakıldığında, bu ikisi arasında bir konu paralelliği olduğu anlaşılmaktadır.
Üçüncüsüne gelince; Kur’ân metninin bizzat kendisi yalnızca düşünme araştırma, eleştirme, gözlemleme, anlama ve bilmeye teşvik etmekle kalmamış entelektüel etkinliğin temel ilke ve modellerini de ortaya koymuştur. (…) Kısacası Kur’ân konu, problem yöntem ve amaç itibariyle entelektüel tazammunları olan entelektüel yönelimli bir kitaptır.(s.69)
(…) Dinin temel metni tarafından ortaya konan varlık şeması, kozmos resmi ve insan kavramı bu yönelişleri kendiliğinden sağlayacaktı ve öyle de olmuştur. Gerçekte dinin üstün değer olarak kavrandığı ve İslâm medeniyetinin de neşv ü nemâ bulduğu kültür coğrafyalarında medeniyetler üç temel entelektüel perspektif ortaya koymuşlardır: Theologia, Philosophia ve gnosis. Tahmin edilebileceği gibi bu perspektiflere İslâm medeniyeti bakımından tekabül eden entelektüel gelenekler kelâm, felsefe ve tasavvuftur. (…) Yani bu ilimler varlıklarını bizzat bir naklî bilgi olarak Kur’ân metninin varlığına borçludurlar. Böyle bir bilginin Allah’tan intikal ettiğine ve mutlak anlamda doğru olduğuna derin inanç besleyen müslüman öznelerin varlığını da bu varoluş imkânı içinde saymak gerekir. (…) Kısacası, (…) İslâmî gelenekte aklî ilimler nasıl naklî boyuttan tamamen bağımsız değilse tamamen mahrum değildir, naklî ilimler de aklî boyuttan tamamen mahrum değildir, olmamıştır. (…) Ortaya bir medeniyetin ömrü için kısa denilebilecek bir süre içinde ciddî, varlığı ve önemi inkâr olunmaz bir Arapça felsefî birikim çıktı. Artık İbn Sînâ çağına gelindiğinde bu birikim bir ilimler sistemi halinde teşekkül etmiş ve adına ‘aklî ilimler’ denmişti. (…) Manevî temellerini naklî bilgi zemininde inşa eden İslâm medeniyetinin bu ilimlere kayıtsız kalması düşünülemezdi. Çünkü gerek Kur’ân metninin entelektüel tazammunları gerekse bu medeniyeti inşa çabalarının özgüven duygusuna dayalı, anlamlı tüm birikimlere açık ve gücünü inancından alan enerjik tabiatı, aksi bir tutuma ancak bir sürpriz gelişme şeklinde yol açabilirdi. Aklî- felsefî ilimler vardı ve gündemden hiç düşmeyen nakil-akıl uyumu ve/veya çatışması tartışmaları eşliğinde ilimler sisteminde yerini aldı. (…) (s.70-74)”
No Comments