“İnsân-ı Kâmil” adlı eserden(müellif:Abdülkerîm el-Cîlî, mütercim: Abdülaziz Mecdi Tolun,İz Yayıncılık) alıntılar
Yrd. Doç.Dr. Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli ve Abdullah Kartal’ın yayına hazırladıkları bu eserin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
“Cîlî, haricî aleme gerçek bir varlık nisbet etmekte tereddüt göstermez. Bununla birlikte haricî âlemin Hakk’a nisbetinin ‘kabuğun öze’ nisbeti gibi olduğunu söylemektedir. Mutlak Vücûd ya da ilahî zât ise gayb âlemidir; ‘İbareler’ ile idrak edilemez, işaretlerin bilinmesiyle anlaşılamaz. Çünkü herhangi bir şeyin bilinmesi, kendisine uygun veya kendisine zıt bir şey ile mümkündür. Halbuki zatın varlıkta ne benzeri ne de zıddı vardır. Akıl, kendi mertebesinde zât hakkında hiçbir bilgi elde edemez. (…)” (s.15)
“(…) Bütün mahlûkât ilâhî kemâlâtın mazharlarıdır (zuhur yerleri) veya Cîlî’nin ifadesiyle zâtın arşıdır. Cîlî’ye göre varlık meselesindeki en önemli kavramlardan birisi de uluhiyet mefhumudur. O’na göre ‘uluhiyet’, vucûdî (varlıkla ilgili) hakikatlerin toplamından ibarettir. (…) (s.16)
Hak ve halktan her birisinin ulûhiyette bir mazharı vardır. Hakk’ın ulûhiyette mazharı en büyük mertebededir. Halkın ulûhiyette mazharı ise çeşitlilik, değişim, yok olma ve varlıktan hakkı kadar olur. Ulûhiyetin zâhiri halk, bâtını ise hak’dır. (…)
Cîlî’ye göre Mutlak Varlık mutlaklığından taayyün(zuhur / belirme) ve tenezzül (inme) ettiğinde üç merhale geçirir. Birinci merhale ahadiyet, ikincisi hüviyet, üçüncüsü enniyettir. Ahadiyet aşamasında zât, bütün itibar, nisbet, izâfet, isimler ve sıfatlardan münezzehdir; sadece ahadiyet ile vasf edilir. (…)
İkinci merhalede veya ikinci tecellîde Bir olan zâta gaib zamiri ‘hüve’ ile işaret edilir.
Üçüncü merhale, zâtın varlıkla sûretinde zuhur etmesidir. Bu da Hakk’ın halk sûretinde tecellîsinden ibarettir. Ulûhiyette bi’l-kuvve (potansiyel olarak) mevcûd olan bu kemâlât, bi’l-fiil mevcûd olur; ma’kûl olan, haricî âlemde belirmiş olur.
Cîlî, bu ontolojik nazariyelerden İnsân-ı Kâmil nazariyesini oluşturmak için yararlanır. Bu doktrinin özeti şudur: insan, Allah’ın hariçteki en mükemmel mazharı, Allah’ın kendi sûretinde yarattığı varlık ve Hakk’ın kendisinde isim ve sıfatlarını gördüğü aynadır.” (s.16)
“Âlemdeki her şey Allah’ın bir sıfatının veya herhangi bir isminin tecellisine mazhar olabilmişken, Allah’ın kendi sureti üzerinde yarattığı insan Allah’ın birbirine zıt bütün isim ve sıfatlarını câmi olan bir mazhardır. (…) Nitekim Cîlî’nin de aktardığı gibi, bir sûfînin ‘Allah’ı iki zıddı cem etmesi üzerine bildim’ dediği, bir başka açıdan aynı gerçeğe işarettir.
Her insanın bi’l-kuvve sahip olduğu bu imkân, sadece İnsân-ı Kâmil için bi’l-fiil mümkündür. Bu itibarla İnsân-ı Kâmil, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını bi’l-fiil kendisinde tahakkuk ettiren varlıktan ibarettir. Bu da sadece Hz. Peygamber’e has bir imtiyazdır.
İbnü’l Arabî’ye göre olduğu gibi Cîlî’nin görüşüne göre de İnsân-ı Kâmil, varlığın başlangıcından ebediyete kadar tektir. Sûretleri itibariyle ise çoktur ve her zamanda o zamanın sahibi suretinde zuhur eder ve onun ismiyle isimlendirilir. Ancak gerçek ismi Muhammed; künyesi Ebu’l-Kasım, öelliği ise Abdullah’dır. (…) Kendisinde isimlerin tecellî ettiği kişi ancak sırf zâtı müşahede eder; ismi müşahede etmez. (s.17)
“Îmân ve teslîmden başka ma’rifet yolu yoktur.” (s.33)
“Kur’ân ile, hadîsler ile müeyyed (teyid edilmiş) olmayan her ilim dalâlettir; fakat onun müeyyidini (teyid edenini) ve delîlini mütâlaa edenin bulamaması noktasından değil. Bu ilimde öyle mühim bahisler vardır ki, Allah’ın Kitâbı ile hadîsler ile müeyyeddir ( teyid edilmiştir); fakat senin istidad kudretin onu anlamaktan seni men etmiştir. (s.33)
“Sen sevdiğini hidâyet edemezsin; fakat Cenâb-Hak istediğini hidâyet eder.” (Kasas, 27/56). “Sen elbette sırât-ı müstakîme (doğru yola) hidâyet edersin.” (Şûrâ, 42/52) “Allah’ın evvelâ halk ettiği akıldır.”; “Allah’ın evvelâ halk ettiği kalemdir; Allah’ın evvelâ halk ettiği, yâ Cabir, Peygamber’inin nûrudur.” (manâlarıyla hadîsler). (s.35)
“İdrâkten aczi idrâk, bir tür idrâktir.” (Hz.Ebû Bekir / Sıddîk-ı Ekber) (s.46)
“Ya Rabbi! seni idrakte hayretteyim! / Aşkın yolunda yollarım daraldı / Aklın tedbîrin husûl-i emelime yardımı yoktur / Yâ Rabbi ! kalbim seni nasıl tahammüle kuvvet bulabisin? (…)
“Abd (kul) evvelâ Hakk’ı mutlak sûretde, isimler ve sıfatlarında (esmâ ve sıfâtında) görüp, daha sonra muhakkak sûretde olarak zâtı marifete (tanımaya) terakkî eder.” (s.48)
No Comments