İbrahim Kalın’ın Barbar-Modern- Medenî / Medeniyet Üzerine Notlar

 

İNSAN YAYINLARI: 705, İBRAHİM KALIN KİTAPLIĞI: 3, BİRİNCİ BASKISI 2018 olan kitabın birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Medenî insanlar ile artık sanayileşmiş insanları, mekanize olmuş toplumları kastediyoruz. (…) Fizik âlemi kontrol altına almak için aynı mekanik teknikleri kullanan insanlara medenî diyoruz. Onları böyle tanımlıyoruz; çünkü fizik âlemin tek gerçeklik olduğuna, bu âlemin mekanik kullanıma imkân tanıdığına ve bunun da tek davranış biçimi olduğuna inanıyoruz. Başka her tür davranış, bir yanılsamadan kaynaklanabilir ve ancak cahil ve basit bir vahşinin tutumu olabilir. Böyle bir gerçeklik tasavvuruna ulaşmış olmak gelişmişlik, ilerilik ve medenîlik kabul edilir. (dipnot: Gerald Heard, Man The Master (New York: Harper and Brothers, 1941), s. 25.)

Bu bağlamda fizik âlemi kontrol altına alacak tahakküm araçlarını geliştir(e)meyen toplumların ilkel olarak tanımlanması, 19. yüzyıl Avrupa düşüncesinin temel kabullerinden biridir. James Frazer, 1890’da yayımladığı ve modern antropoloji çalışmalarını derinden etkileyen Altın Dal adlı eserinde insanlığın ilkel büyü, din ve bilim aşamalarından geçerek bugünlere geldiğini ve modern insanın, ilkel toplumların düşünce dünyasına nüfuz etmesinin imkânsız derecesinde zor olduğunu söyler. İlkel toplumların çeşitli ritüel, büyü ve hurafelerle tabiatı kontrol altına almağa çalıştıklarını anlatan Frazer, bu tür eylemlerin belli bir iç mantığının olduğunu kabul eder. (…) Modern bilimin eleştiri süzgecinden geçirildiğinde bu tür inançlar, “insanlığın çocukluk çağına ait” bir durum olarak görülür. Fakat bunlar aynı zamanda tabiat olaylarını kontrol altına alma çabasıdır. Frazer, büyü ve hurafeyle karışık bu tür davranışların “modern fizikî sebeplilik kavramına” çok benzediğini fakat yanlış uygulandığını söyler. İlkel adamın tabiatı teknolojik araçlar vasıtasıyla kontrol altına alma çabası arasında dikkat çekici bir benzerlik vardır. (dipnot: James Frazer, The Golden Bough: The Roots of Religion and Folklore ( New York: Avenel Books, 1981; ilk yayın tarihi 1890).

Kerîm “Kur’an”dan anlamlarıyla birkaç âyet

 

“Esirgeyen Rab’den bir de selâm vardır.” (Yâsîn, Sûre: 36, âyet: 58)

“İşte va’d oluna geldiğiniz cehennem budur.” (aynı sûre, âyet: 63)

“Onlara Rablerinin âyetlerinden hiçbir âyet gelmiyordu ki, ondan yüz çevirmesinler.” (aynı sûre, âyet: 46)

“Artık bugün (kıyâmet/hesap günü) hiçbir kimseye zerre kadar haksızlık edilmez. Sadece dünyada yaptıklarınızın karşılığını çekersiniz.” (aynı sûre, âyet: 54)

“Yazıklar olsun o kullara ki, ne zaman kendilerine bir peygamber gelse, muhakkak onunla alay ediyorlardı. (aynı sûre, âyet: 30)

“Ne güneşin ay’a yetişmesi yaraşır, ne de gece gündüzü geçer. Her biri bir felekte yüzerler.” (aynı sûre, âyet: 40)

“Haberiniz olsun. Ben Rabbinize iman ettim. Gelin beni dinleyin.” dedi. (aynı sûre, âyet: 25(Onu hemen taşlarla öldürdüler ve ölürken kendisine: “Gir cennete! denildi. O, “Keşke kavmim bilselerdi!.. (aynı sûre, âyet: 26) ” (Evet) Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram görenlerden eylediğini bilselerdi!.. dedi.” (aynı sûre, âyet: 27)

“Eğer Allah insanları işledikleri günahlar yüzünden hemen yakalayıverseydi, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Lâkin onları belli bir müddete kadar geciktirir, nihayet ecelleri geldi mi (yapacağını yapar!) Çünkü Allah kullarını görmektedir (amellerine göre hak ettiklerini verir).” (Fâtır, sûre: 35, âyet: 45)

İsmet Özel’in “Türk’ün Dili Kur’an Sözü” kitabındaki ilk yazıdan alıntılar

 

“Aldığımız kötü tesirleri defedebilmek için şunu bilmemiz lâzım: Bize çocukluğumuzdan beri Allah’ın öğrettiklerinin bizim Allah’tan gayrı kaynaklardan öğrendiklerimizle uyum hâlinde olmadığı ve asıl işte bugün bilimsel diye ifade edilen beyanların ve düşünme biçimlerinin değer yargılarından bağımsız olarak doğru olabileceği fikri aldığımız eğitim, gördüğümüz tahsil diye öğretildi. Yani bir şeyin sebebini îzâh ederken ‘li-hikmetin’ dersen senin îzâhâtını kabul etmiyorlar. Senden onun ayrıca yanlış bir îzâhını istiyorlar. İnsanların kolay anlayabileceği fakat yüce /aşkın (müteal) bir kaynağa müracaat etmeyen bir şey istiyorlar senden. Onun için konuştuğumuz bütün bütün meseleleri -sadece lisân meselesini değil her şeyi- ulaşılabilecek bir bilginin, daha yukarıdaki bir bilginin mümkün olduğu fikri ile konuşmamız lâzım. (…) Onun için de Türkçeye dönmemiz gerekiyor. Bize başından beri -en azından Osmanlı Devleti’nin çöküş fikrinin Osmanlı Devleti’ni idare edenler tarafından benimsendiği zamandan beri- Arapçadan, Farsçadan kopuk bir Türkçe olabileceği fikri öğretildi. Böyle bir şeyle karşılaştık. Galiba önce yıkmamız gereken ön yargı bu. Şuna dikkatinizi çekerim: Arapça ve Farsça yön tayin edici olmadığı şartlarda Türkçe tekellüm edilemez. Sarf- nahiv biliniyor olması Türkçe konuşmayı mümkün kıldı. Türk dilinde aynen Arapçada olduğu gibi ‘etre-avoir’ (to be, to have) fiillerinin mevcut olmaması bunun ispatıdır. Farsçada vardır, Kürtçede vardır mesela. Ama Türkçede yok. Olmayışı gösteriyor ki biz ifade gücünü Arapçanın sınırları içinde arayıp bulmuşuz. Türkçe dediğimiz dil Arap sarf ve nahvini bilen insanların günlük hayatlarını idame ettirmek için ortaya çıkardıkları dildir. Bu dil Azericeyle, Kırgızcayla, Özbekçeyle, Türkmenceyle, Tatarcayla akraba değildir. Nasıl ki Latinceden Fransızca çıkmışsa Türkçe, Arapça gramer bilen insanların günlük hayatlarını devam ettirmek için bu topraklarda, Türkiye topraklarında ortaya çıkardıkları dildir. Yani bu, aynı zamanda telaffuzuyla, aksanıyla da birlikte doğmuş bir dildir.

“Vatandaş Ahlâkı”

 

Merhûm Nurettin Topçu‘nun bu başlık altındaki yazısının (M. Orhan Okay’ın Silik Fotoğraflar Portreler kitabında) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Fertten doğup namütenahiye doğru yol alan hareketin aile, cemiyet ve insaniyet yollarından geçtiğini hareket felsefesi kabul ediyordu. Yani ictimaî (sosyal) nizama ait hareketler ferdiyetimizle Allah arasında bir köprü oluyordu. Aile, millet ve medeniyet, namütehanilik ve evrensellik temayülünü kendinde yaşatan ferdî hareketin eseri idiler. Bu manâya hareket, insanla Allah’ın bir terkibi oluyor. Hareketlerimizde iman ve irade şeklinde beliren ilahi yardım onlara müteal (aşkın) nitelik veriyor, ve dinî bir değer kazandırıyor. Bu iman ve iradenin en aydın yüzünü, zorbalıkla zaman zaman çürütülen insanlığı ayaklandırmış olan dinlerde görüyoruz. Hakikat için ferdin nefsini fedaya hazırlanmasını emreden kuvvet bizdeki Allah’ın kuvvetidir. Türk çocuğunu, sonsuzluğa ulaşan hareket değerleri içinde ayaklandırmak için ona hangi inanları (dizginleri) sunmalı ve hangi ahlâkı aşılamalı? O, kurtuluşunu hangi yoldan giderek yine kendinde bulacak? Türk vatandaşı hangi ahlâka inanmalıdır? Bu ahlâk her şeyden önce hareket dinine dayanıyor. İlk mukaddes olan çalışmaktır. Bizden kol, kalp ve kafa isteniyor denmişti. Bunları kendi irademizi kullanarak vermezsek bizden zorla alıyorlar. Ve zorla alan bizi esir ederek alıyor. Bizimle hareket etmeyen bize karşı hareket ediyordu. Fert, kurtuluşunu ancak kendi hareketinde bulacak. Hakîkî kurtuluşun başka hareketleri kurtarışta bulunduğuna inanıyorduk. Harekette kendi kendine yetmeyiş ve gayri kurtarmak isteyiş gizli bulunmaktadır. Bu sebeple hareket kendiliğinden ahlâkî vasıf kazanıyor. Bütün kabiliyet ve kuvvetlerini, daha fazlasını isteyen bir derûnî merak ve sıkıntı içinde, arza veren insanın ahlâksız olduğunu iddia etmek güçtür. Hiç bir ahlâk nazariyesi sonsuzluk ve evrensellik temayülleri taşıyan bir hareketi itham etmedi. Hareketlerimizin kaynağı olan iradeyi kışra çıkarmak, dileğe şekil ve hayat vermek, kurtarıcı harekettir. Asıl büyük adamlar, iman yaratıcılardır. Bunlar, hareketleriyle kâinatı velveleye verenler değil, şuurları harekete getirenlerdir, insanda irade yaratanlardır. Bunlar hareket etmedikçe derin ve hakiki varlığımızın tatminsiz kaldığını, kendimizin inkâra düştüğümüzü telkin edenlerdir. Varlığını, farkında olmadan inkâr eden insan, veya maddî irsî felâketler yüzünden böyle doğan insan kurtuluşu felâketli bir gaflet ve acz yüzünden gayri inkâr ve arzı tahripte arıyor. Bu insan istismar eden, esir eden, kendi emeğinin mahslü olmayanı tüketen insandır. İnsanlığın içinde servetin, sermayenin, sınıf farklarının ve bütün zorbalıkların doğuşunu başka nasıl izah edebiliriz? Kendi emeğiyle yaşamayı dinî bir temel olarak tanıyan adam hangi zorbalığı yapabilir? Bu ülküye tapınan insanlıktan zorbalık doğamaz. Zorba-esir hareket dinine düşmandır. (…)”

Merhûm Orhan Okay’ın SİLİK FOTOĞRAFLAR PORTRELER Kitabının birkaç yerinden akıntılar

 

Merhûm M. Orhan Okay’ın SİLİK FOTOĞRAFLAR PORTRELER Kitabından (DERGÂH Yayınları 1. Baskı: Ekim 2013) yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Ben 1947’de liseye kaydolunduğum zaman okul, orta yerde bulunan tarihî büyük bina ile onun merdivenli geniş avlusunun iki yanında bulunan ve İkinci Meşrutiyet’ten sonra eklenmiş ikişer katlı iki küçük binadan ibaretti. Şimdi bu yapıların mimarisini tamamen bozan hantal bir beton bina avlunun büyük bir kısmını ortadan kaldırmış bulunuyor. Bahsettiğim merkezî ve tarihî bina Sultan Abdülmecid’den Abdülhamid’e kadar dört padişahın döneminde de sadrazamlık yapmış bulunan Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa’nın taş konağıdır. Daha sonra Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın olmuş, 1881’de de hükümet tarafından 4 bin 400 altın karşılığı sahibinden satın alınarak okul haline getirilmiş. Ben lisenin ilk iki sınıfını bu binada okudum. Yukarıda bahsettiğim avludaki iki pavyondan sağdakinin üst katında laboratuvarlar, alt katında da oldukça zengin olan, hattâ epey yazma ve basma eski harfli kitapların da bulunduğu bir kütüphane vardı. Bu kütüphanenin kıble tarafında bulunan mihrab ise, idâdî döneminde mescid olarak kullanıldığını gösteriyordu. (…) Üçüncü sınıfa geçtiğim zaman yanımızdaki Dede Efendi Sokağı’nda bulunan, fakat bizim bina ile arasındaki bir bahçe duvarının yıkılmasıyla hiç sokağa çıkmadan içerden geçilebilen başka bir binaya taşındık. Eski bina ise kapatılan Zeyrek Ortaokulu öğrencilerinin nakliyle Vefa’nın orta kısmı olarak kullanılmağa devam etti. (…)

1947-1948 ders yılında lisenin ilk sınıfını (9. sınıf) okuduğum 4/G dershanesinin önünde altmış beş yıl sonra. Karanlık bir sınıftı. (…) Eski harfleri öğrendiğim yıllardı. Karnelerde yazılı “Terbiye-i bedeniyye”, “Malûmat-ı diniyye”, “Riyaziyye”, “Tavr ü Hareket” gibi ders adlarını okuyup uzun uzun gülmüştük. Hangi seneye ve kimlere aitti, unuttum. (…)