Bir İsmin Müsemmâsı

 

Prof. Dr. İLHAN KUTLUER’in Felsefî Gök Kubbemiz isimli kitabının ( İZ Yayıncılık:1000, düşünce dizisi:127, İstanbul, 2017 ) Bir İsmin Müsemmâsı başlıklı bölümünün birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“İslâm felsefesinin neliği etrafındaki tartışmaların alacakaranlığına biraz ışık tutabilmek ve bu yönde zihinsel bir çerçeve teşkil etmek için son derece basit bir terminolojik şemaya başvuracağız : İslâm× Felsefe×Tarih. İslâm felsefesi tarihi alanına ismini veren üç terim. Bu terimleri uygun bir referans çerçevesi içinde yan yana getirebilmeyi ne ölçüde başarabilirsek, İslâm felsefesi tarihi çalışma alanını efrâdını câmî ağyârını mânî (eksiksiz ve fazlasız) şekilde sınırlamamız ve bu istikâmette önerilerde bulunmamız o derecede mümkün olacaktır.

Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki İslâm felsefesi teriminde İslâm geçiyor olması bazı kafa karışıklıklarına sebep olmaktadır. Bunu aşmak için -özellikle akademik araştırmalarda- İslâm’ın iki anlamda kullanıldığı hatırlanmalıdır. Din olarak İslâm, medeniyet olarak İslâm. Din olarak İslâm ilâhî kaynaklı, ilkeleri sâbit, tarih-ötesi ve evrensel olan Kur’an vahyinde ve onun nebevî örnekliğinde ifadesini bulur. Buna karşılık medeniyet olarak İslâm, Müslümanların, esasları Kur’ân ve sünnette bulunan hakikat öğretisinin kurucu idealleri istikâmetinde ve zaman-mekân şartları içindeki yürüyüşünün tarihsel, beşerî ve birikimsel tezahürüdür. İslâm medeniyeti tarihinde ilmî faaliyet bir bakıma İslâm’ın bu iki anlamına uygun olarak iki bakış açısını gerekli kılmıştır. İlki, din olarak İslâm tasavvurundan hareket eden, onun temel metinlerini ( nasslarını) mevzu, mebde ve mesele edinen, bu metinlerde ifadesini bulan itikad, ahlâk, hukuk ve ibadet değerlerini hayata geçirmek amacındaki şer’î ilimlerdir. Bunları tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm ilimleri şeklinde sayabiliriz. Tasavvufî bilgiye gelince, ‘marife’nin bir ilimler (ulûm) sisteminde metafizik ve/veya ahlâk öğretisi olarak mevki aldığı her durumda, bazı klasik tasniflerde rastlandığı gibi tasavvufu da şer’î ilimlere eklemeliyiz. Elbette bu ilimler oluşum ve gelişimleri itibariyle tarihsel bir süreç içinde tedevvün etmiş, dinî esaslar, tarihsel problemler ve aklî deneyimlerin diyalojik ilişkisiyle kendi birikimlerini üretmişlerdir. Bununla birlikte temel mevzuu, referansı ve meselesi nass olduğu için metodolojik açıdan bu ilimler klasik gelenekte şer’î /dînî/naklî/vaz’î sıfatlarıyla nitelenmiş olup günümüzde yaygınlaşan kullanımda ise İslâmî ilimler olarak anılmaktadırlar. Vâkıa araştırma yöntemleri belli ve bu yüzden ilim adını almayı hak etmiş ilmî çalışma alanlarının hepsi özünde ‘İslâmî’dir, İslâmî bir değer taşır ancak ilimlerde şer’î olan / olmayan ayırımına gidilmiş olmasının metodolojik anlamı bu yazının konusu değildir.

Şer’î ilimler içinde kelâm ilminin sadece dînî itikadın formülasyonu, temellendirilmesi ve müdafaası olmakla kalmayıp bu işini yaparken teşekkül döneminden beri basvurduğu felsefe metinlerinin etkisiyle bir kozmolojik teoriye ulaşmak istediği ve hattâ giderek bir dinî metafizik olmaya yöneldiği bilinmektedir. Tasavvuf söz konusu olduğunda da bu manevî gelişim disiplininin bazı geç dönem üstadları da psikoloji, ahlâk ve metafizik söylemlerinde felsefenin dilini kullanmaya başladığı ve giderek tasavvufu bir metafizik ilmi olarak kurmaya yöneldiği gözlenmektedir. Bu açıdan bakılırsa şer’î ilimler kategorisindeki bu iki disiplinin felsefî diyebileceğimiz entelektüel boyutlara sahip olduğu açıkça görülecektir. Hattâ zaman zaman kelam, felsefe ve tasavvufun alternatif metafizikler olarak kavrandığını da bilmekteyiz. Tabiatıyla bizi burada İslâm entelektüel geleneğinin üç büyük tezahüründen el-felsefe ilgilendirmektedir ki terim olarak el-felsefe, dinî ilimler (ulûmu’d-din) ya da naklî ilimlere (el-ulûmu’n-nakliyye) mukabil felsefî ilimler ya da yaygın tabirle aklî ilimler (el- ulûmu’l- akliyye) olarak anılan ilimler sistemini ifade eder. Metodolojik olarak aklî niteliği belirgin hattâ belirleyici olan felsefî ilimler, medeniyet olarak İslâm’ın “ulûm” tasniflerinde şematik olarak ifadesini bulmuş entelektüel tezahürleridir. Şu halde İslâm felsefesi çalışmak ‘medeniyet olarak İslâm’ın başlıca entelektüel tezahürlerinden birini çalışmak demektir.”





CHP’de ve Özgür Özel’de gerginlik v.s.

 

Siyasi partilerin genel başkanları elbette iyi ve etkili konuşma yeteneğine sahip olmalılar. Benim çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda Adnan Menderes’in, Süleyman Demirel’in, Bülent Ecevit’in, Turhan Feyzioğlu’nun konuşmaları etkili /etkileyici olurdu. Ailemizin ve akrabalarımızın büyükleri izlerlerdi radyodan onların konuşmalarını. Oy verdikleri partilerin de, oy vermedikleri partilerin de, seçimlerden başarılı çıkan partilerin de, başarısız çıkan partilerin de konuşmaları ilgiyle izlenirdi.

Şimdilerde öyle değil. Televizyondan izleniyor rastgele siyasi partiler adına konuşanlar.

CHP genel başkanı Özgür Özel konuşurken çok hareketli nedense. “İmamoğlu Başkan”a hayran gibi gözüküyor; Kılıçdaroğlu’na ise kızgın olduğu besbelli.

Yani konuşması ve yüz ifadesi kime hayran olduğunu da, kime kızgın olduğunu da yansıtıyor belirgin olarak. Partideki konumu mu onu tedirgin ve rahatsız ediyor. Yani konumunu kaybetme endişesi mi var? Kime hayran olduğu ise belli: Ekrem İmamoğlu’na. O ise Silivri Cezaevi’nde. İsmet Özçelik TV’de şu anda konuşuyor CNN TÜRK’de Fulya Öztürk’ün programında, SON DURUM’da. “TEPEMİN TASINI ATTIRMA!” , “SUÇLAMA: SUÇ İŞLEMEYE TAHRİK”, “ÖZEL YARGIYI NİYE TEHDİT ETTİ?”, TANJU ÖZCAN: “CHP derhal Kııçdaroğlu’nu ihraç etmelidir!”, KıIıçdaroğlunu CHP’den Atacaklar mı?”,

“Ekrem başkan”ı sevdiği ondan söz ederken çok belli oluyor. Kılıçdaroğlu’nu sevmediğini yine kızgın yüz ifadesi ve konuşmaları yansıtıyor.

MUSK: TRUMP’A “PEDOFİL Mİ DEDİ?

Eski CHP genel başkanlarına göre Özgür Özel’in konuşmaları etkileyici ve dikkat çekici değil elbette. Öyle ya, merhûm Bülent Ecevit’le kıyaslanması bile düşünülemez. Ama şimdi CHP’nin genel başkanı işte. “Geçmişe mazi derler” sözünün yeri burası.

Özgür Özel’e naçizâne tavsiyem konuşmalarını iyi hazırlaması ve kürsüde konuşurken çok kızgın görünmemeye çalışması. Konuşmasını değerlendirenler “çok kızgın, öfkeli” dememeliler. O izlenim onu sevenleri bile üzer. İçtenlikle belirtiyorum, kızgınlık ve öfke yansıtan bir surat kendisini sevenlerde bile yer ederek, o siyasi kişiyi konuşurken hep o suratla görmeye teşne olurlar.

Kızgınlığın, öfkenin en az etkilediği kişiler olmalı siyasetçiler. Devleti yönetmeye talip kişiler değil midir onlar!

Özgür Özel acaba Kılıçdaroğlu yeniden partiye ve genel başkanlığa döner diye mi kaygılı? (Genel Başkan olmak ne kadar önemliymiş!)

MUSK BOMBAYl PATLATTI.

“Kim Daha Bilgilidir?”

 

Prof. Dr. Ekrem Demirli’nin “Bir Mektup Geldi O’ndan Kur’an’ın Anlamına Yolculuk” fikriyat’tan 1. Baskısı Mart 2025’de çıkmış bu kitabın KİM DAHA BİLGİLİDİR? başlıklı bölümünden yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Her insan kendinden daha bilgili birinin olabileceğini düşünerek haddini öğrenir; bu acizlik insanı daha büyük bilgiye götürmezse basit bir hoşgörünün sebebi olabilir. Birinci bilgi şeriatın ve hayatın bize öğrettiği bilgi iken ikinci bilginin hakiki olarak idraki birinci bilgiyi ahlaka döndürmekle mümkündür ( marifet ) . İnsanın bilgideki acizliğini sofistçe bir tereddütten ahlaki devrime (kimyâ-i saâdet) taşıyan şey kişinin, yegâne bilenin Allah olduğunu bilmesidir.

“Kur’ân-ı Kerîm’de takibi güç konulardan birisi Hz. Hızır ile Hz. Mûsâ bahsidir diyemeyiz belki, lakin üzerinde en çok söz söylenen konuların başında o gelir. (Kehf, 60-82.) Kıssayı ‘zâhiren’ okursak, görünen ile görünmeyen arasındaki tezat, tasavvufun bazı iddiaları başta olmak üzere birtakım gizemci gelenekleri normatif geleneğe karşı tahkim eder: Her görünenin görünmeyen yanı varsa ve Hz. Mûsâ dahi onu farketmiyorsa sıradan insanlar ne yapacaktır? Görünmeyeni bir bilen var olduğuna göre de nübüvvet kendi kendini zora düşürerek bilmediğimiz biri lehine (Hızır ve onu takip ettiğini iddia edenler mesela) makul ve ‘anlaşılır’ zemini tezyif etmiş (değersiz göstermiş) olacaktır. Öte yandan peygamberlik bize ‘bâtın’ bilgisini ihmâl eden veya onunla çelişen bilgi getirmişse, şeriatın derinliği ve hakikiliği ne olacaktır? (…) Kanaatimce tasavvufun İslâm düşüncesinde ve toplumunda bereketini yitirmesinin en önemli nedenlerinden birisi bu kıssanın ‘zâhirî’ yorumundan devşirilen zâhir- bâtın karşıtlığı idi.

Her şeyden önce bu sohbetin -yolculuk- Hz. Mûsâ’nın hayatında olduğu gibi Hz. Hızır’ın hayatında da bir terakki vesilesi olduğunu unutmamak gerekir. İkisi cihetinden de yolculuk, en tam bilene doğrudur: Allah’a… Bize anlatılanlar daha çok Hz.Mûsâ’nın ‘öğrendikleri’ ile ilgilidir; çünkü vahiy bilgisini getirecek olan odur. Biz Musevî isek onun öğrendikleri bize lâzımdır. Bu itibarla hikâyenin kahramanı Hz. Mûsâ’dır. Başka bir anlatımla kıssa Hızır-Mûsâ kıssası değil, Hz. Mûsâ’nın ‘Hızır Dersi’dir. Yahut da Mûsâ-Hızır kıssasıdır. Hz. Hızır’ın bir peygamberden bir şey öğrenmemesi düşünülebilir mi? Biz onun ne öğrendiğini bilmiyoruz lâkin bilebildiğimiz, İbnü’l-Arabî’nin yorumuna göre, ‘ayrılma’ sebebi bile Hz. Mûsâ’nın hüküm vermesidir : Kim olursa olsun Peygamber buyruğu onu bağlar. (İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l- Hikem, s.215-218.)

Bütün duaları içine alan dua

 

“Ellâhümme innî es’elüke min hayri mâ seeleke minhü nebiyyüke muhammedün ve neûzübike min şerri mesteâzeke minhü nebiyyüke muhammedun sallallâhü aleyhi ve selleme ve ente’l müsteânu ve aleyke’l belâğu velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l aliyyi’l azıym.”

Şeytanı Kahreden dua: “Eûzü bikelimâtillâhi’t tâmmeti min şerri mâ haleka veerae ve berae ve min şerri mâ yenzilü mine’s semâi ve min şerri mâ ya’rucü fihâ ve min şerri fitneti’l-leyli ven nehâri ve min şerri külli târıkın illâ târikan yetruku bi hayrin yâ rahmân.”

Küfürden ve kabir azâbından korunma duası: “Ellâhümme innî eûzü bike mine’l küfri ve azâbi’l kabr ”

Yemek duası: “Elhamdülillâh, sümme ve sümme elhamdülillâh, elhamdü lillâhillezî et’amenâ ve sekânâ ve eşbe’anâ ve ervâna ve kefâna ve âvâna min gayrı havlin velâ kuvvetin minnâ vekem mimmen lâkâfiye lehü velâ me’vâ, elhamdulillâhi’llezî en’ame aleynâ ve efdale ve cealenâ min’el müslimîn, elhamdulillâhillezî esbağa aleynâ nı’mehü zâhiraten ve bâtıneten, elhamdülillâhi hamden yuvâfî niamehü ve yükâfî mezîdehü, ellâhümme ecirnâ minennârı ve ehfaznâ an şurûrı’l eşrârı ve elhıknâ biıbadike’l ebrârı bicâhi’nnebiyyi’l muhtârı ındeke ve âlihi’l-ahyâr, ellâhümme innâ nes’elüke tamâmennı’meti ve devâme’l âfiyeti ve husne’l hâtimeti ve ilâ şerefinnebiyyi ve âlihî ve eshâbihî ve meşâyihıne-l fâtiha.


“Türk yazısında her türden noktalama kelimenin anlamını verir.”

 

İsmet Özel’in İstiklâl Marşı Derneği internet portalı İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında çıkan NOKTALAMA başlıklı 1 Zilhicce 1446 (28 Mayıs 2025) tarihli yazısının (www. istiklalmarsidernegi.org.tr) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Harf inkılabı neticesinde okuryazarlığı Lâtin harfleriyle gerçekleştirme çabamız noktalama kelimesinin anlamını değiştirdi. Türkçeyi Lâtin harfleriyle yazdığımız zaman noktayı ı’nın i’den, o’nun ö’den, u’nun ü’den farklı olduğunu göstermek için kullanıyoruz. Elimizde bir de virgülü andırır bir işaret var. Onunla c’yi ç’den, s’yi ş’den ayırabiliyoruz. Latin alfabesiyle yazılan her cümle büyük harfle başlıyor ve cümlenin sona erdiğini bitiş yerinde bir nokta bulunuşundan anlıyoruz. Noktanın bu şekilde kullanılışı bilhassa karşımıza tek parti dönemi geride kaldıktan sonra sık sık siyaset söyleminde çıkıyor. Siyasetçi bir konuda verilen veya verdiği kararın kesin olduğunu “nokta” kelimesini telaffuz ederek vurguluyor.

Noktalamanın Türk yazısındaki işlevi Lâtin alfabesinde olduğundan çok daha büyük ve önemlidir. Giderek Türk yazısı noktalamasız haliyle yazı olma özelliğini tamamen kaybedebilir.

Türk yazısında önce noktanın – bu bilhassa kitap harflerinde geçerlidir- bir mi, iki mi, üç mü olduğuna bakarız. Sonra harfin altına mı, üstüne mi konduğuna dikkat ederiz. Türk yazısında her türden noktalama kelimenin anlamını verir. Ayrıca her harf adeta canlıdır. Hz. Ali’nin “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözünün harfin canına bir gönderme olduğu gönül rahatlığıyla ifade edileblir. Türk yazısına Lâtin noktalamasının sızması Batılılaşma politikasının mahsullerinden biridir. Gerçeğe değer veriyorsanız aklınız Latin harflerini kullanmaya icbar edilmemizin Türkçeyi kaybetmemizle neticelendiğine erecek demektir. Evet, bu netice alınmıştır. Türkçe elimizden alınınca geriye aslından geri kalan bir döküntü kalmiştır. Bu döküntünün bir edebiyat ürettiği iddia edilebilir; ama bu nihayet bir iddiadır ve yıllardır ispat edilmeği beklemektedir.

Noktalamanın öneminin ve imkânının anlaşılacağı günü bekliyoruz. (…) Peki, hayatımızda tayin edici bir yer işgal etmiş olan şey neydi ve halen nedir? (…) Cazibeyi modernleşme, asrîleşme, muasırlaşma yarattı. (…) Devlet asayişi sağlayarak halkı kaşığıyla besledi; ama vatandaşlık haklarının bir kısmını değil, tümünü elinden alarak sapıyla halkın gözünü çıkardı. Gözlerinden olan Türk halkı Osmanlı devletini nasıl sorgulamadıysa aynı şekilde Cumhuriyet idaresini de sorgulamayı aklına getirmedi. (…)

Sağlam bir tahsil hayatına “ileri” ülkelerin tahsil hayatı taklit edilerek kavuşulmaz. Öyle olsaydı Türk milleti çoktan bu saadeti tatmış olurdu. (…) Yani eğitim gerekçesiyle insan bir malzeme muamelesine tâbi tutulamaz. Bu bahiste dinin esas olduğu hakikati yol gösterici olacaktır. (…) Eğer aile içi ilişkilerin sıhhati toplum düzeninin ıslahına delil olabiliyorsa bir milletin topyekûn yükselmesinden söz edilebilr. (…) Kerametin, noktalamanın günlük hayatımızda yer almasıyla görünebilir hale geleceğini tahayyül edebiliriz. Sakın bu yola sapmayın! (…)”