“Sadreddin Konevî’de Bilgi ve Varlık”dan (Ekrem Demirli,Kapı Yayınları, Sadreddin Konevî Kitaplığı, 1.Basım: 2015) alıntılar

 

“Konevî’nin etkisi, öncelikle teorik tasavvuf‘ta bir yazı dilinin ve üslûbunun gelişiminde kendisini gösterir. Başta ilk Fusûsu’l-Hikem şârihi Müeyyidüddin Cendî, İbnü’l-Fârız’ın kasidesinin şârihi Saîdüddin Fergânî, İbnü’l-Arabî ve İbnü’l Fârız şârihi Davud Kayserî, Sadreddin Konevî şârihi Molla Fenârî, Kutbuddin İznikî, Ahmed İlâhî, Abdullah İlâhî, Şeyh Bedreddin Simavî, Atpazarî Osman Fazlı İlâhî, İsmail Hakkı Bursevî, Abdurrahman Câmî, Abdülganî Nablusî gibi pek çok sûfînin eserlerinde meselelerin serdediliş tarzı ve üslûbu Konevî’nin üslûbuna çok şey borçludur. (…)” (s. 25)

Mevlâna’nın “Mesnevî Hikâyeleri”nden (Hazırlayan: Şefik Can, Ötüken Yay. 1.Baskı:1999) birisi

 

Bir

Mesnevî’den (müellif: Mevlânâ C.R. Tercüme ve Şerh: Tâhirü’l-Mevlevî, Yayına Hazırlayan: Recep Kibar, Kırkambar Kitaplığı, 2013) alıntılar

 

“Günler geçip gittiyse varsın geçsin. Ey pâk ve mübarek olan insân-ı kâmil; hemen sen var ol!..” (s. 9)

“Ruhtaki hayâl, sûretâ yok gibidir. Lâkin sen bütün cihan halkını birer hayâl peşinde gider gör.” (s. 12)

“Zekât verilmediği içindir ki, bulut gelip yağmur yağdırmaz. Zinâdan da etrafta vebâ zuhur eder.” (s. 12)

“Bâzan öyle, bâzan da böyle görünür. Onun için din işi, hayretten başka bir şey değildir.” (s. 21)

“İlâhî, dünyada yüzbinlerce tuzak ve dâne vardır. Biz ise aç ve harîs kuşlar gibiyiz.” (s. 24)

İbrahim Kalın’ın “Barbar Modern Medenî -Medeniyet Üzerine Notlar-” kitabından (İnsan Yayınları Birinci Baskı 2018) yer yer alıntılar

 

“Yunancada techne, Arapçada sınâ’a kelimeleri, bir işi yapma biçimi, sanat, teknik ve zanaat anlamlarını taşır ve insanın kendine ve tabiata yabancılaşmadan teknik ve teknolojik araçları kullanabilme imkânını işaret eder. Heidegger ve onu takip eden ‘anti-hümanist’ düşünürlere göre insanlık vasfımızı ve tasarruf hakkımızı yitirmeden tekniği ve teknolojik araçları kullanmak mümkündür. Fakat bunun için varlığa ve eşyaya karşı farklı bir tutum içinde olmak gerekir. Heidegger bu tutumu ifade etmek için ‘varlıkların kendileri olmasına izin verme’ manasında Gelassenheit kelimesini kullanır. (Heidegger, Discourse on Thinking, s. 54) Heidegger teknoloji sorununa bir başka çalışmasında tekrar eğilir: The Question Concerning Technology and Other Essays (New York: Harper, 1977). Meister Eckhart gibi Hıristiyan mistiklerinin de kullandığı bu kelime, varlıkların ‘ne ise o olmalarına izin verme’ tavrını ifade eder. Buna göre insan toprakla, havayla, suyla ilişkisinde tahakküm kurma, dönüştürme, istediğini zorla elde etme gibi bir tutum içine girmez. Kendi dışındaki varlıklarla temas ederken kendini bir efendi olarak görmez. Varlıkla barış içinde ama kendi özgürlüğünü ve geleceğini de teminat altına alacak şekilde hareket eder. Böylece insan, özne olma vasfını yitirmeden varlığa karşı huzur içinde olabilir. (…)” (s. 48)

İnsân-ı Kâmil (müellif: Abdülkerîm el-Cîlî, Mütercim: Abdülaziz Mecdi Tolun, Yayına Hazırlayanlar: merhûm Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli, Abdullah Kartal; İz Yayıncılık, 4.baskı 2015) isimli eserden alıntılar

 

“İnsanın Allah’ın halifesi olması veya esmâ ve sıfâtının tezâhürü için tam mazhar oluşu her insan için bir hak olmakla beraber, fiilen bu imkân sadece İnsân-ı Kâmil için mümkündür. İnsan-ı Kâmil de mutlak anlamda Hz.Peygamber, Hz.Peygamber’e niyâbeten (vekâleten) de diğer nebî ve velîlerden (evliyâ) ibârettir. Hakk’ın varlığının ilk tenezzül (inme) ve taayyün (belirme) mertebesi, zâtından zâtına olan ve ilk taayyün mertebesi olarak isimlendirilen, aynı zamanda Hakikat-i Muhamediyye (Muhammedî Hakikat) mertebesidir ve Zât-ı ilâhîde mündemic (içkin) olan kâbiliyet ve sıfatlar yekdiğerinden (birbirinden) temeyyüz etmeksizin( farklı olarak gözükmeksizin) icmâlî (öz) olarak bu mertebededir. Bu mertebe, kendisinden sonra gelen bütün mertebelerin hakikatlerini toplayıcıdır ve yine bu mertebe Hz. Peygamber’in hakikatinden ibarettir. İşte hem vücûd (varlık) hem de bilgi olarak kendisinden sonra gelen ilahî ve kevnî (oluşla ilgili) bütün mertebelerin esası ve İnsân-ı Kâmil’in mertebesi’nden ibaret olan bu mertebe yani Muhammedî Hakikat mertebesi bu kitabın isminin işaret ettiği mertebedir.

İnsân-ı Kâmil hakikatiyle bütün varlığın bilgisini toplayıcıdır ve hakikatlere ait bütün bilgiler bu mertebeden kaynaklanmaktadır. Tasavvufta Varlık meselesi hakkında bu kısa açıklamadan sonra, Cîlî’nin bu kitapta genel olarak ‘Varlık’ meselesini ele aldığına ve özellikle de Tasavvuf tarihinde varlık meselesini en geniş şekilde inceleyen İbnü’l-Arabî’den aldığı felsefî ve tasavvufî ıstılahları (terimleri), İbnü’l-Arabî’nin yöntemine yakın bir şekilde tanımlar. Abdülkerîm Cîlî’nin de Varlık hakkındaki nihaî tasavvuru, kendisinden önceki sûfilerin de ifade ettiği ‘Varlık, özü ve hakikati itibariyle bir ve aynı şeydir. Kesret (çokluk) ve taaddüd (çoğalma, sayısı artma) ise izâfîdir’ görüşünden ibarettir. Bu düşünce de ‘vahdet-i vücûd’dan başka bir şey değildir. (…) Zât-ı ilahî, ya da Mutlak Vücûd ilahî sıfatların ‘ayn’ıdır (aslı, kendisi, tıpkısı). Âlem, mazharlarda tecellî eden ilâhî sıfatların dışında müstakil bir şey olmadığına göre şöyle diyebiliriz: ilâhî zât ve âlem ya da hak ve halk hakikatte aynı şeydir.