Mahmud Erol Kılıç’ın “Şeyh-i Ekber İbn Arabî Düşüncesine Giriş (1.Baskı: Sufi Kitap 2009, Yayına Hazırlayan: Nedim Tan, Editör:Zeynep Öztek) kitabından alıntılar

 

“(…) Dünyanın pek çok yerinde, bir çoğuna müellifin de iştirak ettiği ‘Uluslararası İbn Arabî’ konferansları yapıldı, onlarca tebliğ sunuldu. Mamafih bu eserin yayınlanması konusunda bizi cesaretlendiren şey belki de bütün bu gelişmelerin tezin ana fikrini değiştirecek yeni bir görüş getirmemesiydi. Zâten ‘Geleneksel ilimlerde’ hakikat yeni buluşlar ışığında iptal değil ancak tenvir edilirse (aydınlatılırsa -a.a.-) isabet edilmiş sayılırdı. Bu tezin bir hususiyeti de Türkiye akademik sisteminde ‘Tasavvuf Bilim Dalı’nın kuruluşunu müteakip bu dalda yapılan ilk doktora olma şerefini taşımasıdır. (…) Hem düşüncede ve hem tarihte kuruluşların pîri olan Muhyiddin İbn Arabî üzerine yapılan bir tezle bu branşın açılış yapması ümid edilir ki müteakip açılışlara vesile olsun.(…)” (Müellifin yazdığı ‘Kitaba Önsöz’ bölümünden, s.7-8)

“İslâmî tefekkür mektepleri içerisinde ehl-i keşf ve’l-vücûd olarak anılan muhakkikler tâifesinin görüşlerine (şuhûd) göre Varlık (Vücûd) parçalanamaz bir bütündü. (…) O Gizli Hazine açıldı ve yayıldı (bast). İç dışa, manâ sûrete, ruh cesede giydirildi. (…) Olan hep O’ydu ama her bir mertebede o derecenin isteğine göre şekli çizilen ve kalitesi belirlenen farklı elbiselere (mazhar) büründüğünden tanıyamayanlara her bir elbisenin altında farklı biri varmış gibi gözüktü. (…) Sâhib-i vücûd olmuş bu muhahakkiklere göre damla dereye, dere nehire, nehir deryâya aitti. Deryâdaki suya ise artık damla denmezdi, o deryâydı. Ve yine İlk (el-evvel) O’ydu, Son (el-Âhir) O’ydu, İç (el-Bâtın) O’ydu ve Dış (ez-Zâhir) O’yduysa bundan gayrı bir beşinci keyfiyete yer (Hiç) kalmış mıydı? Onlar da işte bu İlk ve Son‘un bir ve aynı oluşunu nokta ile gösterdiler. Güneş bir taneydi ama yerdeki kırık ayna parçaları kendi adedlerince güneş göstermekteydiler. O’nun ışığının (nûr) şiddetinden gözler perdelenince görünmez oldu. Zuhûru kendine perde oldu. (…) Hâsılı bütün bunlar Tek ve Değişmez Özün değişik tezâhürlerinden başka bir şey değildi. Ve matematikte bir sonluyu bir Sonsuz’a böldüklerinde de sıfır çıktığını görünce hadlerini anladılar, secde ettiler.

Bu zamanda gazete yazıları arasında iyi yazı denilebilecek olanına rastlanıyor mu?

 

İsmet Özel’in bir yazısında okumuştum. Cemal Süreya’nın Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenci iken şair olmak istemesinin gelecekte gazete köşe yazarı olma arzusundan ileri geldiğini.

Evet, bir zamanlar gazete köşe yazarlığı oldukça gözde bir işti. Meşhur köşe yazarları vardı. Ünlü şairlerden, yazarlardan, akademisyenlerden gazetelerde köşeleri olanlar vardı. Sanıyorum şimdilerde iyice gözden düştü bu iş. Günümüzde kimi gazete yazarları var ki, hüküm verme, yakın gelecekte olacaklara dair iddiada bulunma yarışı içindeler sanki.

“Şeyler ve o şeyler hakkında fikirler edinmeden varlıktan konuşamayız. Öyle ki bir şeyin, velev ki o şey insan olsun, varlığını ispata yeltenmemiz bizi gülünç bir duruma düşürür.”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portali İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında “ÖZÜN GEÇMİŞİ VAR MIDIR? (II)” başlığıyla çıkan 25 Safer 1444 (21 Eylül 2022) tarihli yazısının (http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?Id=139&KatId=7) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki o yazının üçüncü paragrafının üçüncü ve dördüncü cümleleri olup başlığı teşkil etmektedir) oluşturacak bu yazıyı.

” Vara vara ‘Felsefe bir çılgınlıktır’ sonucuna vardı Martin Heidegger. Doğrusu bu sonuç Batı Felsefesine en büyük darbeyi indirmeği başaran adama yakışırdı. Modern felsefenin varlık sorununu göz ardı etmekle başladığını söylemek felsefenin yediği en büyük darbeydi. (…)
Her ne kadar Batı Felsefesi Whitehead’in ifadesiyle Platon’a düşülen notlardan ibaretse de tasnifleriyle hayat olarak bildiğimiz şeye can veren Aristoteles olmaksızın kalıplaşmış hayatımızın her santimetresine kadar sokulmuş bilim de kendine çeki düzen veremezdi. (…)

Fütûhât-Mekkiyye’nin 18.cildinden(müellif: İbn Arabî, Çeviri:Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, 2012) tavsiye olarak alıntılar

 
“Allah’tan dolayı yoksul olduğun kadar sadece Allah’a muhtaç olmalısın. Bu durum ‘Allah’ım! Sana sığınırım’ hadisine benzer. Allah’tan dolayı yoksul olman, sende rubûbiyet kokularından birisinin duyulmaması anlamına gelir. Sende bulunması gereken mutlak kulluktur. (…) Allah kayıtsız anlamda mutlak Rab iken sen mutlak kul olmalısın. Allah karşısında -varlığınla değil- değerinle bulunman gerekir.(…) Senin değerin -iddiayla değil- hâlinle tasarruf etmeyi gerektirir. Sen de öyle olmalısın. Nefsin sana ‘Allah sebebiyle müstağni ol’ derse, hiç kuşkusuz sana efendiliği emretmiş olur; sen buna karşılık ‘Ben Allah’a muhtacım ve beni muhtaç kıldığı şeylere muhtacım’ diye cevap vermelisin. Allah hamurumda tuzun bulunmasına bile beni muhtaç kılmıştır.” (s.274-275) Rıbatlarda bulunman gerekir. Rıbat müminin hallerinin en üstünlerinden birisidir. Ölen herkesin ameli kesilirken rıbatta bulunanın ameli kesilmez; kıyamete kadar onun ameli nemalanır, kabir sıkıntılarından kurtulur. Bu durum Hz.Peygamber’den gelen bir hadiste belirtilir. Rıbat insanın kendisini herhangi bir süre olmaksızın veya bildiği bir süre belirlemeksizin tutması ve (bir işe) bağlaması demektir. Kendisini bir işe veya duruma bağlayan kişi, ‘murabıt (rıbat eden)’ diye isimlendirilir. Rıbat bütün hayırlarla ilgilidir, yoksa belirli bir hayırla ilgili değildir. Her şey Allah’ın yoludur. Allah’ın yolu, kullarına kendisinde amel etmelerini emretmiş olduğu şeriattır. (…) Hz. Peygamber bir namazın ardından ötekini beklemenin ‘rıbat’ olduğunu bildirmiştir. Allah kitabında müminlere hitap ederken ‘Sabredin, sabırlı davranın, rıbat edin, Allah’tan sakının'(Al-i İmran 3/200) demiştir. (…) Başka bir âyette ‘Sabır ve namazla yardım isteyin'(Bakara 2/153) denilir. Yani sabır ve rıbat güçlüğünden necata erersiniz. (…) Hz. Peygamber her tehlilin (‘Lâ ilahe İllallah’ sözünü tekrarlama) sadaka olduğunu bildirdiği kadar her tekbirin, tesbihin, hamdin veya iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın sadaka olduğunu bildirmiştir. (…)” (s.274-275)

Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-II’den (Müellif: Muhyiddin İbnu’l Arabî, Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk, Hazırlayanlar: Prof.Dr.Mustafa Tahralı-Dr. Selçuk Eraydın, M.Ü. İFAV 7. Baskı) alıntılar

 

” ‘Ve kân’Allâhu bi-külli şey’in muhîtâ’ (Nisâ, 4/126) âyet-i kerîmesine göre ‘Allah herşeyi, yani bütün varlıkları, hem ilmiyle hem de vücûduyla (varlığıyla -a.a.-) kuşatmıştır. Şu halde herhangi bir varlığın Hakk’ın vücûdu hâricinde müstakil bir varlığı yoktur. Eğer O’nun vücûdu hâricinde herhangi bir şey olabilseydi, O’nun sonsuz olan vücûduna bir had ve hudut çizilmiş olurdu ki, ‘mutlak vücûd’ hakkında bunun tasavvur edilmesi mümkün değildir. Öyleyse mutlak olan ‘vücûd’ birdir, sonsuzdur ve O’nun hâricinde, yani vücûdunun kuşatmamış olduğu herhangi bir müstakil (bağımsız -a.a.-) varlık yoktur.” (s. 15)