Kur’ân-ı Kerîm’den mânalarıyla yedi âyet

 

“(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığında sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (Enfal, 8/17)

“Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr‘a) gelip de Rabbi onunla konuşunca ‘Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!’ dedi. (Rabbi) : ‘Sen beni aslâ göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!’ buyurdu. Rabbi o dağa tecellî edince onu paramparça etti, Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki, Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim; sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.” (A’râf, 7/143)

” (Hesapları görülüp) iş bitirilince, şeytan diyecek ki, ‘Şüphesiz Allah size gerçek olanı vaad etti; ben de size vaad ettim ama yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi (inkâra) çağırdım; siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah’a) ortak koşmanızı reddettim’. Şüphesiz zalimler için elem verici bir azap vardır.” (İbrahim, 14/22)

Mustafa Kutlu’nun “Ne Yapmalı-2 Niceliğin egemenliği” başlıklı yazısından(Yeni Şafak 6.7.2022) alıntılar

 

” Kapitalizm kendi hâkimiyetinin devamı için, düştüğü krizlerden kurtulmak üzere bizlere (yani dünyadaki tüm insanlara, bazı küçük topluluklar hariç) bir dünya görüşü bir ‘hayat tarzı’ benimsetmiştir. 

(…) Onun çizdiği yol dünya hayatının en makbul, en güzel, en doğru yoludur. Buna itikadımız tam olmalıdır. (Ben de bu yazılarda insanlara ‘yoldan çıkın’ teklifini getiriyor, bir isyan bayrağı açılmasını öneriyorum.)

Bu hayat tarzının sayfalara sığmayacak özelliklerini saymaya güç yetmez. Yine de bir miktar dış dünyadan, bir miktar da iç dünyadan bahsedelim.

Öncelikle bu dünyaya kabul edilmeniz için (…) oluşan ‘takım elbise’nizin altına uygun bir ayakkabı giymelisiniz. (…)

En iyisi bu ‘takım elbise’yi burada bırakıp ‘elbise dolabı’ndan çıkmak.
Yoksa ne kadar erkek ve kadın, yaşlı ve genç, çocuk ve bebek, zevk ve meslek varsa bunların zaman ve zemine göre giysilerini ifadeye güç yetmez.  (…) Dolayısıyla elbise dolabından çıkıyorum dedim ve çıktım.

Şimdi dış dünyaya kaba hatları ile sadece ‘göz atıyorum’. (…)
Yollarımız ‘otomobiller’ için yapılmıştır. Yayalar, bisikletliler ve buna benzer nev-icat âletlerin kullanımına ayrılan yollar kısıtlıdır. Çünkü aslolan otomobildir (ki onun dünyasını anlatmaya güç yetmez) ‘çokluk dünyası’ndan, bu niceliğin egemenliğinden tek-tük unsurlar sayarak çıkayım bari.

“Eğer tarihte Türk arıyorsanız onu sadece İslâm’da, yani bir tavırda, bir karakterde, bir ahlâkta, bir şecaatte bulursunuz.”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portali İsmet Özel Köşesi’nde “ALIN TERİ GÖZ NURU ” üst-başlığı altında ” BAŞI DİK, ALNI AÇIK TÜRK” başlığıyla çıkan 2 Zilhicce 1443 (30 Haziran 2022) tarihli yazısının (http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?Id=129&KatId=7) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar, o yazının ilk paragrafından bir cümlenin alıntı olarak başlığını teşkil ettiği bu yazıyı oluşturacak.

(…) (Başlığı teşkil eden alıntı cümle burada) Eğer tarihten Türk silinemez demeğe meyletmişseniz bunu ancak Türk bilinen kişilerin o tavra, o karaktere, o ahlâka, o şecaate yeniden kavuştuklarında söyleyebilirsiniz..

Hayatın şaşırtıcı gerçekleri itibariyle ‘Türk bilinmek’ ‘Türk olmak’ tan önce gelen bir kavramdır. Şaşırtıcı gerçekler diyoruz çünkü neyin gerçek olduğu fikrine ulaştıysak bunun hayrete değer olduğunu da fark etmiş oluyoruz. (…) Gündelik hayatımız tanıdığımız veya tanımadığımız insanlara borç vererek ve onlardan borç alarak geçiyor. Borçlarımızı ödediğimiz, alacaklarımızı tahsil ettiğimiz vaki mi? Asla değil. Neyi kime borçlu olduğumuzu merak bile etmiyoruz. Hele kime neyi borç verdiğimiz aklımızın köşesinden bile geçmiyor. (…) Bilimin sıkı sıkıya bağlı olduğu ilke dünyanın eziyete maruz bırakılmasıdır.

Sadreddin Konevî’nin “Marifet Yolcusuna Kılavuz” diye çevrilmiş (Tercüme: Ahmet Remzi Akyürek) eserinden(Yayına Hazırlayan: Ekrem Demirli, İz Yayıncılık 3.Baskı 2010) alıntılar

 

“İstihkak-i salavât (salavât hakedişi) Cenâb-ı mukaddes-i Muhammedî’nindir” (s. 25)

“Hâlık Teâlâ ve tekaddes hazretlerinin âlemin îcâdından ilâhî murâdı, melekler, nebîler ve velilerden mârifet ehlinin zuhûrudur.” (s. 26)

“Cenâb-ı Musa, ‘A’lâ mertebe nasıldır? ‘ diye sordu, şu şerefli cevâb indi: ‘Onlar kerâmet ve menziletlerini (mevkilerini) murâd ettiğim havastır(seçkinler). Onlara olacak ihsân ve ve mükâfâtı ilâhî elimle hazırladım ve üzerini mühürledim ki, göz görmemiş, kulak işitmemiş ve beşer kalbine hutûr etmemiştir (hatıra gelmemiştir).

Resûl-i Ekrem (sav) buyurdular ki, Kitabullahtan bunun misdakı (ölçütü) ‘Hiç bir nefis gözlerden gizlenmiş nimetleri, gözlerden gizlenmiş nimetlerin ne olduğunu bilemez; bu, yaptıkları amellere karşılıktır.’ âyet-i celîlesidir. (Secde, 17)” (s. 27)

Mahmud Erol Kılıç’ın “Tasavvufa Giriş” kitabından (Sufi Kitap 3. Baskı 2012) alıntılar

 

“İbn Arabî der ki ‘Musa, İsa, Üzeyir, İbrahim, bütün Enbiya; yeryüzündeki faaliyetlerinde ‘hakikat-i Muhammediye’den aldıkları mesajı tebliğ ederler ama zahirî ve dünyevî hayatlarında bu hakikat onlara örtülü kalacaktır, vefatlarından sonra kıyamette bu hakikat onlara açılacaktır.’ Peygamber Efendimiz diyor ki ‘Ben kıyamette bütün nebilere imam olacağım; beraber namaz kılacağız.’ Bu gözle bakıldığında âlemdeki her şeyde ondan zerreler olduğu anlaşılmaktadır. Sufilere göre beden olarak Hz.Muhammed’in (sav) diğer nebilerden sonra gönderilmesi, o hakikatin tamamlanması anlamına gelir. Bu açıdan seyrü süluk eden bir dervişin Hz. Muhammed’in (sav) hakikatiyle muhakkak ittisal (kavuşma -a.a) kurması istenir. Niyâzî-i Mısrî, Mevlânâ, Yunus Emre gibi ariflerin eserlerine baktığımızda hepsinin Hz. Muhammed’in (sav) hakikatinden feyz aldığını görmekteyiz. İbn Arabî, bütün yazdıklarını oradan aldığını söyler. Füsûsu’l-Hikem adlı eserini ‘hakikat-i Muhammediye’yle karşılaştığında aldığını söyler. Bu söylenenler bazılarına ters gelebilir. Eğer ters geliyorsa şöyle düşünelim: İbn Arabî sekiz yüz eser yazmıştır. Fütûhât-ı Mekkiyye 37 cilttir; İbn Arabî’nin günümüze ulaşmayan Kur’an tefsiri 64 cilttir. Yani rakamsal değere baktığımızda onbinlerce sayfa yazmış bir insan… Yalan söylemek istese onbin sayfa yalan yazamazdı. Bir insan bir iki sayfa yalan söyleyebilir ama yalanın da sonu vardır. Dolayısıyla ortaya konulan bu eserler bile onun doğruluğunun göstergesidir.