İbn Arabî’nin Tedbîrât-ı İlâhiyye isimli eserinin Tercüme ve Şerhi’nden (Ahmed Avni Konuk) (Yayına Hazırlayan: Prof.Dr. Mustafa Tahralı, İz Yayıncılık 6. Baskı: 2013) alıntılar

 

” İbn Arabî’nin fikirlerini inkâr edenlerin bir kısmının tasavvuf ilmini de inkâr ettikleri mâlumdur. İbn Arabî Tedbîrât‘a yazdığı girişte, tasavvufa karşı ‘muhâlif şeytân’ın ve ‘şedîd inkar’ın (s. 45) mevcut olduğuna işâret etmiş ve bunun için tasavvuf hakkında kısaca bilgi vermiştir. Tasavvuf yolunun ‘teslim ve tasdik’ esâsı üzerine kurulduğunu belirtmiş, ‘Kendi zannından ve nefsinden söyleyen kimse ile Rabbinden söyleyen kimse arasında fark vardır’ (s. 46) diyerek tasavvuf ehlinin zannî ve nefsî bilgiler sâhibi değil ‘Rabbinden söyleyen’ kimseler olduğuna dikkat çekmiştir. İşte bu ‘Rabbinden söyleme’ keyfiyeti ‘cüz’î akıl’ sahibi kimseler tarafından ya kabul edilmekte, ya da inkâr edilmektedir. Kabul veya inkârın esas sebebinin de bu husustaki ‘istidat ve kâbiliyet’ ile ilgili olduğunu sanıyoruz. Zira ‘Rabbinden söyleyebilmek’, tasavvuf yolunda çalışmakla elde edilen bir mertebe ise de, bir fıtrat ve istidat neticesi olduğu gibi, bunu kabul veya inkâr da yaratılış ve kabiliyetten ileri gelmektedir. ‘Muhalif şeytan’ın iğvalarına uyacak yaratılışta insanlar olduğu gibi, bunlara hiç kulak asmıyacak yaratılışta insanlar da daima var olmuşlardır. (…) Bütün ‘iman’ konularında bu melekesini kullanmak durumunda olan insan, özel bir gayretle bu melekesini daha da geliştirip ‘akıl tavrı’nı gerçekten aşmak mertebesine erişmelidir. Hakiki mürşidin fiilleri senin akıl tavrından hariç olsa bile onu kabul et! Çünkü o basîrdir (gören), sen henüz a’masın. Ve onun fiillerinin sebebini sormak kötü edendir ve hafif-meşrebliktir.(s. 427)

(…)

Mesnevî’den bir söz (tercüme): “Dünya nedir? Hudâ’dan gafil olmaktır. Yoksa kumaşlar, gümüşler, evlâd ve kadın değildir.

Molla Câmî’de Tevhidin Hakîkati ve Varlığın Birliği

 

Molla (Abdurrahman) Câmî‘de Varlık Dürretü’l-Fâhire ve Şerhlerinin Tercümeleri ile Varlık Düşüncesine Dair İncelemeler (Editörler: Abdurrahman Acer- Şamil Öçal, Litera Yayıncılık 2016) kitabının bir bölümünden (s.79-80 arası) yapılacak alıntılamalardan oluşacak bu yazı.

“(…) Dolayısıyla Câmî’ye göre tevhid, amelî tevhidin nazarî (teorik) tevhide bağlanmasıyla tahakkuk edebilmektedir; buna göre amelde muvahhid olanın (gönülde birlemiş olanın) nazarında da bu birliğe erişmesi doğal bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Nazarda tevhid ise ‘Lâ mevcûde İllallah’ anlamınca vahdet-i vücûda inanmaktır. Camî, ed-Dürretü’l-fâhire‘de vahdet-i vücûdun nazar ve burhan ile değil; keşif ve ıyân (açıklık, hakikat) yoluyla isbat edilebildiğini söyler. Nitekim sûfîler kalplerini her türlü kevnî(kozmik) ilgiden ve ilmî kayııtlardan temizleyerek Hakk’a yönelirler ve bütün himmetlerini hiçbir kesintiye ve başka bir düşünceye yer vermeksizin bu teveccühe özgü kılarlar; Allah Teâlâ da bu gayreti onlara eşyanın hakikatlerini, yani vahdet-i vücûd hakikatini göstererek ikramda bulunur. Bu da demek oluyor ki amel olarak seyr ü sülûk tecrübesine sahip olmayan Sûfî, nazar olarak varlığın birliğine erişemeyecektir. (…) Hakk’a talip olan sâlik ilkin ilahî nazargâh olan gönlünden Hakk’ ın gayrısı ne varsa defedecek ve o ulu misafir için gönül hânesini mamur hale getirecektir. Bunun için mâsivâ adı verilen bütün kevnî (bu âleme âit) ilgilerden talep ve irade elini çekecek ve onlardan asla razı olmayacaktır. Zira mâsivâ Hakk’ın var ettiği ve fakat kemâl’e ermemiş bir nazar için kendisine, yani hakikate perde olmaktan başka hiçbir şey değildir. İşte Hakk’a vuslatın önündeki ilk engel olan bu mâsivâya olan arzu ve isteğin imhâ edilmesi çok büyük bir gayret ve ciddiyet gerektirmektedir ki bu gayret ve mücâhede Hak ile sapasağlam bir ‘nisbet’ kurulmadan mümkün ve kolay olmayacaktır. (…) Bu zikir ile sâlik hem mâsivâyı olumsuzlayacak hem de aynı anda Hakk’ı isbat edecektir. Öyle ki Hak ile arasında yalnızca kendi varlığı kalacak ve bu nihâî engelden de fenâ ve dahi fenânın fenası ile halas olacaktır. İşte böylece amelde tevhîde ulaşan sâlik artık tevhidin ikinci vechesi olan ilim ve düşüncede, yani nazarda da tevhide yönelecek ve fenâdan dönüş ile yeniden doğduğu hayata varlığın birliği penceresinden bakacaktır. Bu makam mâsivânın artık gayr görülmediği bilakis Hakk’ın mazharı ve O’nun hakikatinin tecelligâhları olarak görüldüğü, yani Hz. Peygamber’in ‘Allah’ım bana eşyâyı olduğu hâl üzere göster’ duasının tahakkuk ettiği makamdır.” (Melek Gündüz Karacan, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tasavvuf Ana Bilim Dalı, Doktora Öğrencisi; alıntılar s. 79-80 arasından)

Abdurrahmân Câmî’nin Şerh-i Rubaiyyat’ından Tâhiru’l-Mevlevî tercümesiyle Varlık ve Varlığın Birliğine Dair Rubâîler ve Şerhleri’nden (Tercüme ve Notlarla Yayına Hazırlayan: Aburrahman Acer; Litera Yayıncılık, 2014) alıntılar

 

” Müellif Abdurrahmân Câmî (h. 817/ m. 1414 – h.898/m.1492) yılları arasında yaşamıştır. Başlıca eserlerinden bazıları şunlardır: Nefehâtü’l-üns min hadarâti’l-kuds, Şevahidü’n-nübüvve, Tefsîr, Şerhu Fusûsi’l-hikem, Nakdü’n-nusus fı şerhi Nakşi’l-Fusus, Şerh-i rubâiyyât, Dîvân . (s. 23-24)

Bu eserin mütercimi Tâhiru’l-Mevlevî (h.1294/m.1877) Mehmed Esad Dede’nin (v.1329/1911) Farsça ve Mesnevî derslerine katılarak ondan ‘Mesnevîhânlık İcazeti’ almıştır. Sonrasında Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Mehmed Celaleddin Dede Efendi‘nin (v.1326/1908) eliyle Mevlevılik’e intisab etmiş ve 1001 günlük çileyi çıkararak ‘Mevlevî dedesi olmuştur. (s.25)

Arap ve Fars dilleri ve edebiyatlarına ve bilhassa İslâm Târihi’ne vakıf olan Tâhiru’l-Mevlevî, bazı mekteplerde Farsça, Edebiyat ve İslâm Tarihi hocalığı yapmış, bir müddet yayıncılıkta uğraşmış, Mahfel adında bir dergi çıkarmış, Sırât-ı Müstakîm ve Cerîde-i Sûfiyye gibi dergilerde de yazılar yazmıştır. Bir aralık Şapka Kanûnu’na muhalefet gerekçesiyle İstiklâl Mahkemeleri’nde yargılanmış ve sonunda berâat etmiş fakat mekteplerde hocalık yapma hakkı -birkaç yıl için- elinden alınmış bulunan bu zât 1371/1951 senesinde vefat etmiş ve Yenikapı Mevlevîhânesi hazıresine defnedilmiştir. Eserleri arasında belki de en meşhuru 14 cildlik Mesnevî-yi Şerîf Şerhi’dir. (s. 25-26)

William C. Chittick’in “Kozmos’taki Tek Hakikat” diye çevrilen (Çeviri: Ömer Çolakoğlu, Sufi Kitap 1. Baskı 2010)kitabının ‘Yazarın Önsözü’ bölümünden alıntılar

 

“(…) Çalışma ve araştırmalarla geçen tam 12 yılın ardından keşfiyâtımın neticelerini neşretmeye başladım. Başlangıçtan beri birinci hassasiyetim, mutasavvıflar ve Müslüman feylesofların söylediklerini idrak etmek için gayret sarfetmekti. Hakikat onların idrak ve nazarlarına nasıl yansıyordu? İnsanların hayata anlam yükleme teşebbüslerinde karşılaştıkları manaya dair girift meseleleri acaba onlar nasıl izah ediyorlardı? Bu geçirdiğim yıllar boyunca gerçekleştirdiğim neşriyatların çoğunda Hz. Mevlânâ, Hz.Muhyiddin İbn-i Arabi, Hz.Sadreddin Konevî, Hz. Abdurrahman Camı, Hz. Efdalüddin Kâşânî, Hz. Şems-i Tebrîzî, Hz. Molla Safra ve onlar gibi olan sair mübarek isimleri konuşturmaya çalıştım ve bu esnada ben de okuyucularla birlikte arkama yaslanıp onların sözlerini dinledim. (…)

William C.Chittick’in “Kozmos’taki Tek Hakikat” diye Türkçe’ye çevrilen(Çeviri: Ömer Çolakoğlu, Sufi Kitap, 1.Baskı 2010) kitabının ‘Tercümanın Önsözü’ bölümünden alıntılar

 

“Bize ‘kargacık-burgacık’ diye belletilen, fakat vefatından evvel Türkiye’de gezdiği bir hat sergisinde Picasso’ya dolu gözlerle, ‘İşte ben sanatımda 60 senedir bu estetiği arıyorum!’ dedirten o yazı, o yüksek sanat neydi? Nice müdahaleye rağmen hâlâ ölmemiş olan bu büyük estetik, incelik ve zarafetin zuhur ettiği platform nasıl bir gönül medeniyetiydi? Allah-u Teala’nın ‘Razıyım’ dediği biricik nizâmı, ‘örf ile emret’ emrine tabiyetle gerçek bir medenî, edebî ve irfânî zirvede zevk-i selîm ile yaşayanlar nasıl insanlardı? Bu yaşadıklarım bende, kendi alanım olduğundan, lisana karşı hususi bir hassasiyetin gelişmesine neden oldu. Bu yüzden şimdiye kadar nasib olan çok sayıda makale ve kitap tercümesinde kullanılmaya kullanılmaya unutulmaya yüz tutmuş, fakat bahsedildiği içerikte sözlüksüz olarak bile anlamı çıkabilecek ‘eskimez’ Türkçe kelimeleri ara ara kullandım. Bu kullanımları da ‘eski ve ağdalı olsun’ diye değil, ‘belki bir kapı aralanır, belki bir merak uyanır’ ümidi ile yaptım. Bu tercihim, aralarında öğretim üyeleri de bulunan bazı okurların dikkatini celbetmiş. Bazı öğretim üyelerinden kullandığım dilden dolayı teşekkür telefonları alırken kimisi de -eskimez kelimeleri sadece serpiştirdiğim halde- ‘Çok ağır bir lisan kullanmışsınız, o yüzden ben kendim okurken çok keyif aldığım halde öğrencilerime tavsiye etmeyeceğim,’ dedi. Bunu söyleyen psikoloji alanında bir öğretim üyesi idi. (…) bizim köklü medeniyetimizin şaheserlerine rağmen insanın metafizik boyutuna dair bir ilmin kendilerince en ciddi kaynaklarını kendi içinde hemfikir olamayan Hristiyan Batı’dan ve dolayısıyla kısmen İngilizceden alan o muhterem hoca ve öğrencileri eminim ki İngilizce eserler okurken gayri-ihtiyarî sözlük kullanıyorlar. Peki neden ellerinde bir Osmanlıca sözlük bulundurup da kendi dillerinde yazılmış bir kitabın içinde geçen ve yabancılaştırılmış, itilmiş ve dahi gücendirilmiş 3-5 kelime için tenezzül edip de iki sözlük kurcalamıyorlar? Nedir bu uzaklık? Nedir bu kopukluk? Mesela ‘Bevliye’ye üroloji, Nisaiye’ye jinekoloji, Topkapı Sarayı’ndaki ‘bölümlere’ (İngilizce section kelimesinin Fransızca okunuşuyla) seksiyon ve hattâ ‘özel fırsata’ Spesiyal Okazyon ve ‘1985’ten beri’ye since1985 diyerek bir yere mi varabildik? Bu konuda sayısız örnek vermek mümkün. Bu kelimelerin işaret ettiği o yüksek medeniyeti ve elbette kendi dilimizin güzelliklerini neden hâlâ inkâr ediyor veya inkâr etmiyorsak neden merak edip biraz ilgilenmiyoruz? Kelimelerden öte mânâ ve elbette isimden öte müsemma mühimdir, ancak burada arzetmeye çalıştığım bir şahsiyet meselesidir.