Mehmet Akif ‘in “Kavmiyet ve Tefrika” Başlıklı Yazısının birkaç yerinden alıntılar

 

İsmail Kara ve Abdülkerim Asılsoy’un DERGÂH Yayınları’ndan çıkan “DİN VE MİLLİYET 1 1904-1914 II. Meşrutiyet ve Millî Mücadele Dönemlerinde Milliyetçilik Tartışmaları” kitabının başlıkta belirttiğim bölümünün birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Allah’ın, Resûlünün sizin hakkınızda mahz-ı hayat (hayatın kendisi) olacak birçok evâmiri (emirleri) var; onları ifâ ederseniz, gerek bugünkü fâni hayatınızda, gerek yarınki sermedî (ebedî) hayatınızda mesut olur, rahat olarak, saadetle yaşarsınız. Sonra bilmiş olunuz ki Cenab-ı Hak, insanın kalbi ile kendi arasına girer; yani mahlûkunun bütün esrârına muttali olur. Şunu da biliniz ki yine merciiniz (dönülecek yeriniz) Allahu Zü’l-Celâl’dir”. O musibetten, o fitneden, o felâketten sakınınız ki; o belâ, o felâket hiç bir zaman içinizden yalnız suçlu olanlara gelmez; belki umumunuza birden müstevlî olur (yayılır). Bir de gözlerinizi açınız; iyi biliniz ki: Allah’ın ikâbı (azabı) şiddetlidir, müthiştir.”

Bu iki âyet Enfâl Sûresindedir. Allahu Zü’l-celâl buyuruyor ki: Benim bütün emirlerimde; evet, gerek size Kur’an ile bildirdiğim, gerek peygamberimin lisanıyla, sünnetiyle tebliğ ettiğim emirlerin hepsinde, sizin için hayat vardır. Hem nasıl hayat! Bütün manâsıyla bir hayat. Müfessirîn-i izâm buradaki hayatı yalnız maneviyata özgü tutmuyorlar; maddiyata da teşmil ile âyeti ona göre tefsir ediyorlar. Zaten maneviyat ile maddiyat birbirinden ayrılamaz. Bedensiz ruh olmaz, ruhsuz beden olmadığı gibi. Demek ilâhî emirlerin hepsinin zımnında bizim için, biz Müslümanlar için hayat var. Terkinde ise helâk muhakkak.

Artık düşünmeğe hâcet var mı? İşte görüyoruz. İslâm Âlemi’nin başına gelen musibetler, bu âyetin ne kadar kat’î, ne kadar sarih, ne kadar doğru olduğunu gösterdi! (…) Cenâb-ı Hakk’ın birtakım kavânîni (kanunları) vardır ki, bunlar ezelîdir. Evet o kanunlar hem ezelîdir, hem ebedîdir. Hiç de değişmez. Cenâb-ı Hak bütün hakikatleri bu kanunlarında birer birer göstermiş; müteaddit yerlerde, müteaddit şekillerde bildirmiştir.

Geziniz dünyayı; arza, semaya bakınız; muhtelif kıtalardaki harabeleri görünüz; sizden evvel geçmiş milletlerin tarihini okuyunuz. Göreceksiniz ki hepsi aynı sebepler, aynı şartlar altında mahv olmuşlar. Çünkü aynı sebepler, daima aynı sonuçları doğurur.

İlâhî emirler dendi mi, hepsinin zımnında (iç tarafında) hayat var. Hattâ nef’i (faydası) ilk bakışta sırf âhirete ait sanılan birtakım ibadetlerimiz var ki, onları da incelersek görürüz ki, herbirinde bu dünya için de pek çok faydalar var. Meselâ namaz Müslümanlara farzdır. İnsan günde beş defa Hâlik’ıyla kendi arasındaki râbıtayı yeniliyor. Dünyaya da ilişkinliği büyük, faydası çok. Çünkü insanları birçok münkerâttan (dince yasaklanan şeylerden) men ediyor; sonra aynı dine tâbi milyonlarca insanı aynı zamanlarda, yüzler aynı Kâbe’ye (aynı kıbleye) yönelmiş olmak şartıyla, aynı kubbeler altında topluyor. Çünkü İslâm tevhid dinidir; ekmel-i edyândır (dinlerin en kâmilidir). İslâm Dini kadar Allah’ın kullarını birleştirmiş, birbirine ısındırmış bir din yoktur.

Cenaze Arkasından Okunacak Dua

 

Ebû Hureyre, Ebu Katade ve Ebu İbrahim el- Eşheli’nin sahabe olan babasından (r.a.) rivayet edildiğine göre Nebi (s.a.v.) bir cenaze namazı kıldı ve şöyle dua etti: Anlam olarak: “Allah’ım! Dirilerimizi ve ölülerimizi, küçüklerimizi ve büyüklerimizi, erkeklerimizi ve kadınlarımızı, burada bulunanlarımızı ve bulunmayanlarımızı bağışla! Allah’ım! Bizden hayatta bırakacaklarını İslâm üzere yaşat. Öldüreceklerini iman ile öldür. Bizi bu cenazede bulunmanın sevabından mahrum etme ve ondan sonra bizi fitneye düşürme.” (Tirmizî, Cenâiz 38 (Eşheli ve Ebu Hureyre’den); Ebu Davud, Cenâiz 56 (Ebu Hüreyre ve Ebu Katade’den). Ayrıca bk. Nesai, Cenâiz 77; İbni Mace, Cenaiz23)

Meryem Sûresi’nin anlam olarak ilk on iki âyeti

 

1-Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd (Bunlar anlamlarını yalnız Allah’ın bildiği, müteşâbih/mecazî manâya elverişli harflerden oluşan âyetlerdir.) 2- Rabbinin Zekeriyyâ kuluna olan rahmetini bir anmadır. 3- Hani Rabbine gizlice seslenmişti. 4- Demişti ki: “Ey Rabbim, cidden benim kemiğim gevşedi, başımı (ihtiyarlıktan) bembeyaz alev aldı. Sana dua etmekle ey Rabbim, hiçbir zaman bedbaht olmadım. 5- Gerçekten ben, arkamdan yerime geçecek yakınlardan endişedeyim. Hatunum da kısırdır. Onun için bana tarafından bir velî ihsan eyle! 6- Ki bana ve Yakûb hanedanına mirasçı olsun. Ey Rabbim, sen onu rızana mazhar kıl!” 7- (Allah Teâlâ buyurdu ki): “Ey Zekeriyya! Gerçekten biz sana bir oğul müjdeliyoruz ki, adı Yahyâ’dır. Bundan önce ona hiçbir adaş yapmadık.” 8- (Zekeriyyâ), “Yâ Rabbi! Benim nasıl oğlum olur ki, hatunum kısır bulunuyor. Kendim de ihtiyarlığın son haddine vardım.” dedi. 9- (Melek) dedi: “Öyle! (Lakin) Rabbin buyurdu ki: O bana kolaydır, bundan önce seni yarattım… Halbuki hiçbir şey değildin.” 10– (Zekeriyyâ), “Yâ Rabbi! (Hatunumun gebeliğine) bana bir alâmet ver!” dedi. Allah Teâlâ hazretleri, “Senin alâmetin, sapasağlam olduğun halde üç gün üç gece insanlarla konuşamamandır.” buyurdu. 11- Derken mihrabdan kavminin karşısına çıktı da onlara, “Sabah ve akşam namaz kılın!” diye işaret verdi. 12- (Yahyâ doğduktan iki sene sonra), “Ey Yahya! Kitabı kuvvetle tut!” (Yani Tevrat’la amel et! buyurduk). Ve daha çocukken ona peygamberlik verdik.

Çok kısa bir yazı

 

Siyasî ortamda çok ama çok bağırarak konuşan siyasetçilere naçizane tavsiyem böylesi konuşmaların hiç geçerli ve etkileyici olmadığı, aksine kötü izlenime sebep oluşu ve takdir yerine infiale ve izlenimini küfür şeklinde dışa vurmağa yol açtığını bir vatandaş olarak belirtirim.

“Dünya Görüşü Ve Varlık Tasavvuru”

 

İBRAHİM KALIN‘ın “BARBAR-MODERN- MEDENÎ / Medeniyet Üzerine Notlar” Kitabının (İNSAN YAYINLARI) bu yazının alıntı olarak başlığını teşkil eden bölümünden yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Bütün tanımlar, tabiatları gereği, birer sınırlamadır. Bir şeyi tanımlamak demek, onun sahip olduğu temel unsurları teyit etmek, ona ait olmayan unsurları ise kapsam dışında bırakmak demektir. Bu yüzden tanım, İslâm dillerinde “had”, Batı dillerinde “definition” kelimeleri ile karşılanmıştır. Sınırlama olmadan varlıkları tanımlamak ve kavramları tarif etmek mümkün değildir. Klasik mantığa göre en iyi tanım, “efradını câmi, ağyarını mani” olan tanımdır. İyi bir tanımın, o kümeye ait bütün unsurları içine alması ve ait olmayan öğeleri de dışarda bırakması gerekir. İnsan aklının idrak edebildiği mahiyetler, tabiatları gereği soyut ve umumidirler; çünkü akıl, varlıkları ancak genel-geçer kategoriler ve kavramlar vasıtasıyla kavrayabilir. Klasik felsefenin diliyle söyleyecek olursak biz eşyanın (şeylerin) ancak “suret”lerini bilebiliriz. Saf kuvve (potansiyel) halini ifade eden “madde”, insanın idrakine kapalıdır. Beş duyu aracılığıyla hissettiğimiz nesnelerin fizik özellikleri, bize varlıklar hakkında önemli bilgiler verirler ama bunlar eşyanın mahiyeti, özü yahut kendisi değildir. Herhangi bir varlığı bir nesne, bir şey, bir cisim olarak idrak etmek için kavramsal düzeyde zihnimizde inşa etmek zorundayız. Aksi halde beş duyu aracılığıyla algıladığımız şeylerin, mahsûs (hissedilir) varlıklar olduğunu dahi ispat etmemiz ve temellendirmemiz mümkün olmaz. Bu yüzden madde “mahsûs”, suret makûldür (akıl yoluyla idrak edilendir). Bu manâda her tanımlama, tıpkı mahiyet gibi, soyuttur. Soyutlama (tecrîd) ise, eşyanın hakîkatinden kavramına yani kavramsal tasvirine doğru atılmış bir adımdır. Bu yönü itibariyle her tanımlama ameliyesi aslında bizi eşyanın hakikatinden bir adım uzaklaştırır. Zira varlık, soyut ve genel-geçer değil, somut ve husûsîdir (dipnot: Bkz. Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, çev. Ö. Türker ve Ö.M.Alper, (İstanbul: Klasik Yayınları, 2008), özellikle üçüncü bölüm.) (…) Dünya görüşü, varlığa ve onun anlamına ilişkin en temel ve genel soruları sorarken; varlık tasavvuru, varlık (el-vücûd) karşısında geliştirilen duruş ve tutumların toplamını ifade eder. Dünya görüşü ve varlık tasavvuru, bir tarafta büyük bir soyutlama ameliyesi iken diğer tarafta insanların nasıl davranması gerektiği konusunda temel ilkeleri ortaya koyar. Bu manâda bir medeniyetin dünya görüşü ve varlık tasavvuru nazarî (kuramsal) ve amelî (pratik) ilkeleri bünyesinde barındırır. Bir dünya görüşü ilahî vahye, mitolojik dille anlatılan bir ortaya çıkış hikâyesine, metafizik bir öğretiye yahut evrene ilişkin bir dizi seküler-profan (din-dışı) kabule dayanabilir. Bazen bir medeniyet, bu unsurların birkaçını aynı anda bünyesinde barındırabilir. Dahası bir medeniyetin arka planını oluşturan dünya görüşü, her zaman sistematik bir biçimde ve açık- seçik ifade edilmeyebilir. Haddizatında her dünya görüşünün bir “açık ufku”, sistematik olarak ifade edilmesi mümkün olmayan ancak sezilen ve “muhayyile”ye dayanan bir boyutu vardır. (dipnot: Modern dönemde hayal kurmak, gerçek dışı şeyleri zihinde kurgulamak manâsına gelen”muhayyile”, hem Kadim Yunan hem de İslâm düşüncesinin temel epistemik kavramlarından biridir. Pür aklî cevherler ile saf madde arasındaki varlık düzenine tekabül eden âlemu’l-hayal, muhayyilenin ontolojik temelini oluşturur ve varlıkları aynı anda hem soyut hem de somut olarak idrak etme melekesini ifade eder. Farabî, İbn Sina, İbn Arabî ve Molla Sadrâ gibi düşünürlerin eserlerinde merkezî bir yere sahip olan hayal, tahayyül ve muhayyile kavramlarını şu çalışmamızda ele almıştık: İbrahim Kalın, Knowledge in later İslamic Philosophy: Molla Sadrâ on Existence, İntelect and Intuition (New York: Oxford University Press, 2010). (…) İbn Arabî metafiziğine bu açıdan bakan bir çalışma için bkz. Henry Corbin, Alone with the Alone: Creative İmagination in the Sufism of İbn Arabî (Princeton: Princeton University Press, 1997). (…) Heidegger’in arka plan ya da “ön-anlayış (pre-understanding) olarak ifade ettiği zımnî ve açık “dünya görüşü” ve “dünya tutumu”, bütün insan davranışlarına yön verir. (…) Medeniyet diye tarif ettiğimiz inanç, fikir ve eylemler dünya görüşü ile pratik hayatın buluşma noktalarında ortaya çıkar ve bir toplumun medeniyet bilicini inşa ederler. (…)”