“Olgu Tespitinden Varlık Temaşasına Tarihin Katmanlı Yapısı”

 

ÖMER TÜRKER‘in 2 aylık düşünce dergisi Teklif‘te (Sayı 13-Ocak 2024) çıkan, başlığı bu yazının da alıntı olarak başlığını teşkil eden yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“İnsan tefekkürünün (düşünme dünyasının) en ilginç konularından biri herhâlde tarihtir. Zira tarih adını verdiğimiz şeyin iki temel hususiyeti vardır. Birincisi, tarihin varlık tarzıdır. Buna göre hiç durmadan akan zamanda meydana gelen bir hâdisenin bütünlüğü aslâ dış dünyada var olmayacağından, tarih, varlığı sâbit olmayan bitişik nicelikler (kemiyetler) gibidir. Zamanın da zamanda olanın da bütünlüğünü kuran bizim idrâkimizdir. Dolayısıyla tarih, dış dünyada bir nesne olarak bulunmaz. Zihnimiz, varlıkta eş zamanlı olarak bulunmayan, birbirini ardışık olarak takip eden, geçici ve müstakil mevcudiyetler gibi görünen anları yahut kesitleri birleştirir; bütünlüğe sahip olay, hâdise ve süreçlere dönüştürür. Sonra da bu durum, bütünlüğü olayların yekpare tahakkukuna çevirir.”

Üç Zor Mesele

 

İsmet Özel‘in ÜÇ ZOR MESELE Teknik- Medeniyet- Yabancılaşma kitabının (TİYO) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“İnsanlığın başından geçmiş her şeyin bir varlık sebebi varsa, bilelim ki, dünyanın varlık sebebi insanın aklını çelmek içindir. Arı akıl, çelinme eylemine maruz kalmamış akıl kâfirlerin cennet olarak sevdikleri dünya için tehlike arz eder. Bu tehlikeden masun kalabilmek, yakayı ele vermemek, özneyi hor gören hasımlar tarafından kullanılmamak, hizmet malzemesi derekesine düşmemek için akıl şiirle hemhal olur.”

“Descartes, zamanında cogito ergo sum diyerek sonradan meseleye vâkıf olmak isteyen herkeste bir merak uyandırdı. Merakımız uyandırılmamış olsaydı şunu aslâ delicesine merak edemezdik: Bir insan (yani her insan) kendi sahiciliğinin deliline ulaşabilir mi? Bir insan kendi sahiciliğine delil getirebilir mi? Olur mu böyle şey? İnsan ve sahicilik… Bu ikisi yanyana gelebilir mi? Bunları birbirine ne şekilde, ne bakımdan yakınlaştırmak münasiptir?”

“Birçok insan gibi benim ömrüm de bu sualin cevabını acı acı aramakla geçti. Herkes gibi bende mi vaktimi boşa harcadım? Hayır, başkaca ne yapsaydım kendimi daha isabetli bir çabaya vakfetmiş sayılmayacaktım. İyi ettim de aradım diyorsam da aramaktan kârlı çıktığım vaki değil. Bu yaşta nihayet heveskârlıktan ötede bir değere baliğ olmadığını, olamayacağını anlayabildim. Anladım ki, insan sahicilik denilen şeyi ve bilhassa kendi sahiciliğini bulmak şöyle dursun, onu nerelerde arayacağını bilme talihine bile eremiyor. Her kim ki “ben erdim” dedi ise yalanın hasını o söylemiştir. (…) Nelerle uğraştım o halde ben? Şiir yazdım. Yaşım on yediyken yönümü kendime çevirdim ve insanın sahiciliğine dair araştırmanın şiir kanalında yapılabileceği cüretkârlığına daldım. (…) Başkalarını bilmem; ama şahsım itibariyle şiirin ötesinde kalan bütün yazarlık hayatımın burnu büyüklük havasına girme gösterişi yapmamın mahsulü olduğunu bilirim. Var olma hazzı bana kendimi bir şey sandırıyordu. Kendimi niçin bir şey sandığım sualine mükemmel bir cevap hazırlamak işten bile değil; velâkin buna tevessül etmeyeceğim. (…) Size sadece takındığım burnu büyük edanın mazeretini takdim edeceğim. Zahmetini göze aldığım bu işin tuhaflığı şundandır ki, benim sahiciliği arama derdim başkalarının bu derde bigâne kalışlarından doğdu. (…) Toplumun el üstünde tuttuğu hususiyetlerin hiçbirine sahip değilim. (…) Ne kadar garip görünürse görünsün, işin gerçeği: Ömrüm içinde ihlâsa icbar edildim. (…) Üç Mesele’yi, Zor Zamanda Konuşmak içinde erittim ve ortaya daha netameli ÜÇ ZOR MESELE çıktı. (…) Paradoks her iki kitabın ikisinden de nasibini alamamışların her iki kitabın piyasaya çıkmasına sebep oluşlarındadır. “Tecrid” (soyutlama), İslâm’ın emir ve nehiylerinin bütün zamanlar ve yerlerde geçerli olduğunu bilmektir. İslâm’ı anlama bakımından “tecrid” safhasında isek müslim olarak düşünür ve davranırız. (…) Küfre karşı sağlıklı bir tutum takınmak ancak, İslâm’ı kavramada “tefrid” safhasına ulaştıktan sonra mümkün olabilir. “Tefrid”, Allah’ın hükmünün yürüdüğünü görmektir. İslâm’ı anlama bakımından “tefrid” safhasında isek mü’min olarak düşünür ve davranırız. (…) İslâm’ı anlama bakımından “tevhid” safhasında olanlar muhsindir. Hatırlamalı ki “şâhid” ve “şehîd” kelimeleri aynı köktendir.”

“Helâl içinde yaşamak İslâm’ın en çekici yönüdür.”

 

İsmet Özel‘in ASLIMIZ İHTİŞAM DEĞİLDİR (İstiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?Id=2…) başlıklı, ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında çıkan yazıdan alıntılar:

“Hiçbir gayri-Müslim hükümdar Türklerin hükümdarına denk sayılmazdı.

Rüzgâr hep aynı istikâmette esmedi. Osmanlı Devleti harp meydanlarında mağlubiyetlerle yüz yüze gelmesiyle birlikte yapılan anlaşmalarda Bâb-ı Âli Avrupa krallarının (yine de padişahla değil) Sadrazam’la aynı çizgide bulunmalarını kabul eder oldu. (…) 400 yıldır bir yandan elimiz kanıyor ve indirebilenler sapı kafamıza indiriyor. Can havliyle bir yandan iki unsurlu Filistin devleti istediğimizi ve öte yandan İsrail’in gerçekleştirdiği soykırımına ortak olmak istemediğimizi haykırıyoruz. Ne istediğimiz, nerede durduğumuz belli mi? Değil.

Niyâzî-i Mısrî’nin “İrfan Sofraları”ndan alıntılar

 

Mevâidü’l irfân (Birinci Baskı: Aralık, 2023; Çeviren: Soner Eraslan, fikriyat

“Niyâzî bir kere Rodos’a, iki kere de Limni’ye gönderilerek 1674-1694 yılları arasında yaklaşık on altı yıl boyunca sürgün hayatına mahkûm edilir. Hayatının son demlerini Limni’de sürgünde geçiren Mısrî, burada 1105/1694 yılında vefat etmiştir. (…)

Mevâidü’l-irfân, Arapça -altmış sekizinci sofra hariç- kaleme alınmış olup Niyâzî-i Mısrî’nin vefat ettiği yıl tamamladığı son eseridir. Yetmiş bir sofradan / başlıktan müteşekkil olan eser, Mısrî’nin bireysel yaşantısına, zihinsel dönüşümüne ve tasavvuf anlayışına ışık tutarak nispeten otobiyografik türde telif edilmiştir. Sözgelimi eğitim hayatını, seyahatlerini, devlet erkânı, hocaları ve şeyhleri ile olan münasebetlerini anlatarak kişisel yaşantısı hakkında bilgi vermektedir. (…) Eserin yansıttıklarına bakıldığında Mısrî’nin Ekberî gelenekten etkilendiği görülmektedir. (…) Ayrıca yazar Mevâidü’l-irfân’ın birçok yerinde İbnü’l-Arabî ve Sadreddin Konevî’ye atıflarda bulunmuş ve eserlerinden iktibaslar serdetmiştir. (…)

Eser ilk olarak Süleyman Ateş tarafından 1971 Türkçeye tercüme edilmiştir. 2014 yılında ise Arapçası ile birlikte neşredilmiş fakat Türkçe kısmına neredeyse hiçbir müdahalede bulunulmadığı tespit edilmiştir. (…) Biz ise Mevâidü’l-irfân’ı tercüme ederken bazı nüshalardan (Niyazî-i Mısrî Mehmed b.Ali Çelebî el Malatî, Mevâidü’l irfân, (İstanbul: İBB Atatürk Kitaplığı, OE Yz O261); Niyazî-i Mısrî, Mevâidü’l-irfân (İstanbul: Selim Ağa Kütüphanesi, Hüdâi Efendi, 587). İlgili yazmaları karşılaştırarak herhangi bir nüshada eksik olduğunu tespit ettiğimiz yerlerde dipnotlarla durumu belirttik. (…) Ayrıca Süleyman Ateş’in tercümesinde karşılaştığımız -muhtemelen nüshadan kaynaklanan eksikliklere de işaret ettik. Bunun yanında Niyâzî’nin Mevâidü’l-irfân’ı kaleme alırken adını verdiği yahut sadece metnini alıntıladığı eserleri tespit ettik ve ilgili kaynakları dipnotlarla sunduk, îrâd ettiği hadislerin de tahrîcini yaptık.

Tercümenin hazırlanma sürecınde ve hattâ öncesinde birçok kişinin yardımı dokundu. Bunlardan ilki aynı zamanda danışman hocam olan Prof.Dr. Ekrem Demirli’dir. Zira bu eseri tercümem hususundaki teşvikleri olmasaydı muvaffak olamazdım. Ayrıca Arapça tahsilimde tecrübeleriyle bana yol gösteren Dârü’l-marife kurumuna ve hocalarıma da şükranlarımı sunarım. Yazma nüshaların okunmasındaki desteklerinden dolayı Müyesser Ballûl, Muhammed Şahin ve Yakup Dalmızrak’a; metnin son okumasını yapan Şüheda Kaya ve Faruk Emin Önügören’e de müteşekkirim. Ve Fikriyat Yayınları ailesine teşekkürlerimi arz ederim. Soner ERASLAN

“Fakirliğin kemali, varlığın Allah’tan başkasından büsbütün çekilip çıkarılmasıdır.”

Fütûhât-ı Mekkiyye’den bir beyit: Rabb haktır ve kul da haktır Keşke mükellefin kim olduğunu bilebilsem! “Kuldur” dersen o ölüdür, “Rabb’dir” dersen O nasıl mükellef olabilir ki! Buradan “Fakirlik iki dünyada yüz karalığıdır.” sözünün manası ortaya çıkıyor. (Bu sözdeki yüz) karalığı yokluk olarak tabir edilir. Yani dünya ve âhiret esas itibariyle yokluktur. (…) Zira varlık, hakikatte sadece Allah’a ait iken dünya ve âhiret için mecazen kullanılır. Hz. Peygamber’in “Nefsini bilen Rabbini bilir.” Hadisi bu anlama gelir. Nefsini bilen kişi, onun herhangi bir varlığının olmadığını bilir. Ondaki varlık Rabbe aittir. Böylece kendisinin hüviyet olarak Rab, mutlak şahsiyet olarak nefs olduğunu bilir. Yahut şöyle dersin: “O, hakikat bakımından Rabbdır ve taayyün (belirme) itibariyle nefstir.” (Birinci Sofra’dan)

“Hz. Peygamber’in “Fakirlik, neredeyse küfr olacaktı.” hadisine gelince, bu kurb-i nevâfilin (nâfile ibadetlerle Allah’a yakınlaşmanın) neticesidir. Benim bütün söylediklerim ise kurb-i ferâizin (farz ibadetlerle Allah’a yakınlaşmanın) neticesidir. “Allah hakkı söyler ve doğru yolu gösterir.” (33/4)

“Avrupa kültüründe savaşı kaybeden millet hem yönetici zümreden, hem de müstemlekelerinden mahrum kalıyor.”

 

İsmet Özel‘in İstiklalmarşı dernegi internet portalı Ismet Ozel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında YİNE YIKMAK, YİNE YAPMAK başlığı ile çıkan 3 Safer 1446 (7 Ağustos 2024) tarihli yazısının (istiklalmarsidernegi.org.tr) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Faşist İtalya’nın ve Nasyonal Sosyalist Almanya’nın hava kuvvetleri İspanyol cumhuriyetçilerinin yuvalandıkları Guernica, Almeria, Badajoz, Madrid, Barcelona, Valencia gibi şehirleri bombalıyordu. Bu olaylar iki savaş arasına sıkışıp kaldı demeyin, Hıristiyan 1936-39 yılları sırasında vuku bulan İspanyol İç Savaşı’nın şartları bugün ayniyle varit.

Cumhuriyetçilerin hükümet kurmalarına karşı harekete geçen dört subaydan biri olan Franco’nun 1975’te ölümünden bir yıl sonra İspanyol kralı ABD’ye yaptığı ilk gezide Washington’la anlaşarak ülkesine geri döndü ve İspanya, bugün sayısı 17’ye baliğ olan federal devletlere bölünerek, Avrupa Birliği’nin bir üyesi olarak idame-i hayat ediyor. Basklar bağımsızlık iddialarını askıya aldılar ve sanki onların yerini Katalanlar sahiplenmiş görünüyor. İspanya ne birinci (1914-18) Cihan Harbi’ne, ne de ikincisine (1939-45) dâhil oldu. Hollanda da Birinci Cihan Harbi’ne girmedi. Rahat bırakılsaydı belki ikincisine de girmeyecekti. Nasyonal Sosyalist Almanlar Fransızların tahkim ettiği Maginot hattına hiç bulaşmadan Hollanda üzerinden geçip Fransa’yı işgal etti.

İtalyanlar ve Almanlar Avrupa’da millî birlik edinmede geç kaldıkları için aşağı gördükleri halkların topraklarını ele geçirmede de geç kaldılar. Geç kalmalarına rağmen Almanların Afrika kıtasında, hem Hint Okyanusu’na bitişik kıyıda, hem de Atlantik Okyanusu’na bakan kıyıda geniş müstemlekeleri vardı. Avustralya’da ve bugün Endonezya diye bildiğimiz bölgede üstün müstemlekeci güç Almanlardı. (…) İtalyanlar Libya’yı, Habeşistan’ı, Somali’yi ele geçirmişlerdi. Müstemlekeciler gecikmiş olmakla kendilerinden öncekileri aratmayan faaliyette bulundular. Avrupa kültüründe savaşı kaybeden millet hem yönetici zümreden hem de müstemlekelerinden mahrum kalıyor. Dolayısıyla her iki Almanya hem imparatorlarından ve hem de müstemlekelerinden mahrum kalıyor. Dolayısıyla her iki Almanya hem imparatorlarından ve hem de müstemleke arazilerinden uzak düştü. İtalya aynı kaderi İkinci Dünya Savaşı’nın mağlubu olarak Almanya ile paylaştı. Türk hâkimiyetinin hâlâ yürürlükte olduğu topraklarda VI. Mehmet’tin tahta çıkışının 1918 yılına, yani Cihan Harbi’nin son yılına denk gelmesi dikkat çekmelidir. Dikkatimizi I. Abdülmecid Saltanatında İngiliz sefirine “Küçük Padişah” denildiği ve Düyun-u Umumiye’nin bakanlık olarak (Üstelik zamanında bugünkü İstanbul -Erkek- Lisesi’nde husûsen kaim olduğu) faaliyet gösterdiği ülkede düvel-i muazzamanın tavrına çevirmeliyiz.