“Harf, Nokta Ve Keşideye Dair Hususi Birkaç Söz”

 

Prof. Dr. İsmail Kara‘nın alıntıladığım bu başlık altında çıkan yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Daha ondört yaşlarının başında bir çocuk olarak İstanbul’un bereketli ve cazip iklimine adım attıktan kısa bir süre sonra hat ve musiki ile ilgilenmek gerektiği hususunda belli belirsiz bir hissiyatın içimde canlandığını hatırlıyorum. Halbuki o yıllarda İmam Hatip Okullarında hakim olan ana temayül sanat ve edebiyat olmadan da ilmî ve fikrî bir çabanın rahatlıkla yürütülebileceği ve memleketin kurtarılabileceği istikametinde oluyordu. Sanat ve edebiyat olsa olsa hoş/boş vakit geçirmenin, sohbetin, hamasetin, hatta mübalağanın bir aracı, bir vasatı, vasıtası olabilirdi.

Bu yüzden olacak, çok doğru ve yerinde düşüncelerle bu okulların programına dahil edilen Sanat Tarihi ve Müzik dersleri (buna Resim’i de eklemek lâzım) mesuliyetsiz, (b)ilgisiz ve bomboş geçen saatlerdi.

Maalesef böyleydi… (Korkarım bugün de böyledir).

İçimde kabaran hat ve musiki hissiyatının menşei için insiyakî diyemiyeceğim çünkü resim dahil hiçbirinde kabiliyet sahibi olduğumu zannetmiyorum.

“Cumhuriyet’in Temel ‘Dinî’ Kurumunu Bir Asır sonra Yeniden Değerlendirmek (İmkânlar ve Problemler)”

 

Prof. Dr. İsmail Kara‘nın bu yazının da başlığını alıntı olarak teşkil eden başlık altındaki yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

” (Hıristiyanlıkta olmasına rağmen) İslâmlıkta din ile dünyanın ayrılması yoktur. Daha doğrusu İslâmlık dünyayı esas tutar, akla dayanır; halk idaresini, dinî hükümlerin zamanla değişeceğini kabul eder; hiçbir dogmaya meydan vermemek, her şeyi akıl hududu içinde mütalaa etmek ister. (…)

Bizce laiklik tabirinden anlayacağımız mâna, din ile dünyayı ayırmak değil, dinin ayrı bir sınıf elinde olarak dogmalaşmış esaslara bürünerek dünya işlerini tahakkümü altında bulundurmasının önüne geçmektir. Laiklik inkılap namına ne yapıyorsak, hepsini İslâm olduğumuz halde yapabiliriz. Fakat eğer, din ile dünyayı ayıracağız dersek İslâmlıktan uzaklaşmış, dinsizlik yapmış oluruz. Hıristiyanlık dünya işlerinden uzak olarak yaşayabilir, İslâmlık ise yaşayamaz. (…)

(…) Bizde dini, cemiyetin (ve devletin) dışına atmak değil, bilakis inkılabın emrine vererek yaşatmak lâzımdır. Camileri yıkıp, terk edip onların yerine halkevleri yapmak suretiyle hedefimize varamayız. Her zaman camide toplanan halka oradan sesimizi duyurmak, oraları modern modern halkevleri haline koymak, din sınıfını (din adamlarını, ulema ve meşayihi) ortadan kaldırmak, herkesi din ve dünya namına konuşturmak (dinî ferdîleştirmek, otorite fikrini zayıflatarak dini herkesin konuşabileceği bir alan haline getirmek) mümkündür. İslâmlık bu bakımdan en modern, en ileri bir dindir.”

Diyanet İşleri Başkanlığı bütün problemlerine rağmen Cumhuriyet ideolojisinin ve idaresinin (isterseniz Cumhuriyet devri din-laiklik ilişkileri alanına dair tecrübemizin diyelim) en başta gelen kurumlarından biri olarak müsbet ve menfi taraflarıyla ciddî bir değerlendirmeyi ziyadesiyle hak ediyor. Bu değerlendirmenin aynı zamanda gelecekte yola nasıl devam edeceği (miz) yahut etmesi gerektiği arayışlarına da şu veya bu düzeyde ışık salacağı şüphe götürmez. Onun için kurumsal yapının ne olduğu- ne olmadığı ile başlamak uygun olabilir. Kurumsal bir yapıdan, işlerliği olan bir manzumeden bahsedebilmek birbiriyle irtibatlı asgari üç unsurdan söz açmakla mümkün olabilir. Bunlar sırasıyla;1. Kurucu fikir yahut kuruluş felsefesi, 2. Tüm kademeleriyle kurumlaşma, 3. Kurumun üslubu, kendini ifade ediş biçimleri; bunlara işaret edecek unsurların, sembollerin ete kemiğe bürünmesi, belirginleşmesi,yer(li)leşmesi.

İlk sırada olan ve alttaki süreçleri etkileyen, belirleyen kurucu fikir ve felsefe, kurumla bir ülke, bir millet, bir bilgi-kültür-anlayış-inanç dünyası ve bir insan unsuru arasındaki ilişkileri, merkez ve çevre halkalarını gözeterek tesis eden fikir, ayrıca değişen şartları ve yeni ihtiyaçları sürekli göz önünde bulundurarak kendini yenileme kapasitesine sahip düşünce manâsına geliyor.

İmam-ı Âzam’ın Tesbih Duası ve onun anlamı

 

“Sübhâne’l Ebediyyil Ebed* Sübhâne’l Vâhidi’l Ehad* Sübhâne’l Ferdi’s Samed* Sübhâne Râfiı’s semâi biğayrı amed* Sübhâne men beseta’l erda alâ mâin cemedin* Sübhâne men haleka’l-halka Ve ehsâhüm adedâ* Sübhâne men kasemer rızka velem yense ehadâ* Sübhânellezî lem yettehız sâhibeten velâ veleden* Sübhânellezî lem yelid velem yûled* velem yeküllehü küfüven Ehad* Sübhâne men yerânî ve ya’rifu mekânî ve yerzukunî velâ yensânî.”

Anlamı: İmam-ı Âzam Ebû Hanife, Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsini yetmişbin perde arkasından doksan dokuz gece rüyasında görmüştü. Nihayet yüzüncü gece gördüğünde sordu: “Yâ Rab! Bizler çok günahkâr kullarız, bunu itiraf ediyoruz. Bari biraz birşey öğret de onu yapıp affına hak kazanalım” dedi.

Cenab-ı Hakk’ da bu tesbihin sabah akşam birer defa okunmasını öğretti.

“Devamlı olan, ebedîliğinin sonu olmayan, tüm eksiklerden arı (tertemiz) olan Rabbimi tesbih ederim. O yüce Mevla’mı hatırlar, anarım, gece gündüz yâd ederim. Bir tek olan Allah’ı tesbih ederim. Hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ı tesbih ederim.”

“Direksiz gökleri yükseltip tutan Allah’ı tesbih ederim. Yeri donmuş su üzerine döşeyen Allah’ı tesbih ederim. Tüm mahlûkatı (yarattıklarını) yoktan var eden, yaratan, sayılarını bilen Allah’ı tesbih ederim. Tüm canlıların rızıklarını taksim edip hiçbirini unutmayan Allah’ı tesbih ederim.” (Kaynak: MÜNACAAT CÜZÜ / FATİHA-BAKARA-YASİN-TEBAREKE, KIYAMET-AMME-FETİH- DUHAN-VAKIA-CUMA- KEHF- SECDE- ALAK-KAF- ÂYETEL KÜRSİ-İNŞİRAH-TİN-KADİR-BEYYİNE- ZİLZAL-ADİYAT-TEKASÜR-CİN SÛRESİ VE KISA SÛRELER VE FAZİLETLERİ 7 ÂYETLER- İMAM-I AZAM’IN TESBİH DUASI- AHİDNAME-ŞÜKÜR DUASI-ŞEHİDALLAHU- SIHHAT VE SAĞLIK İÇİN DUA- PEYGAMBERİMİZİN İSM-İ ŞERİFLERİ-ESMAÜL HÜSNA’YI OKUMANIN FAZİLETİ-KENZÜL ARŞ- HALİDİYYE KOLU MEŞAYIHI- VE İHTİYACIMIZ OLAN DUALAR VE FAZİLETLERİ Hazırlayan: H. Özkan İlaveli Yeni Baskı) www.havvaozkan.com

En-Neml Sûresi Baştan Anlamlarıyla On âyet

 

1.” Tâ, Sin. Bunlar Kur’ânın ve (hak ile bâtılı) açıklayan bir kitabın âyetleridir. 2. (Onlar) birer hidayet ve mü’minlere bir müjdedir. 3. (O mü’minler) ki, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Âhirete de yakînen onlar inanırlar. 4. Âhirete inanmayanların amellerini kendilerine süsledik. Artık onlar bocalayıp kalırlar. 5. Bunlar o kimselerdir ki, azabın kötüsü kendilerinindir. Âhirette en ziyade hüsrana uğrayacak olanlar bunların ta kendileridir. 6. Muhakkak ki bu Kur’ân, sana hikmet sahibi, her şeyi bilen (Allah) tarafından veriliyor. 7. Hatırla ki bir vakitler Mûsa, (Medyen‘den Mısır‘a giderken) ailesine, “Ben hakikaten bir ateş gördüm. Size ondan ya bir haber getireceğim, yahut bir kor ateş alıp geleceğim. Umarım ısınırsınız” demişti. 8. Ateşin yanına varınca kendisine şöyle nida olundu: “Bu ateş yerindeki (Mûsa) ve etrafındakiler (melekler) mübarek kılınmıştır. Âlemlerin Rabbi olan Allah, her kusurdan münezzehtir. 9. Yâ Mûsa! Mesele şudur: Güçlü, hikmet sahibi olan Allah benim! 10. Asânı bırak! (O da bıraktı). Derken onu çevik bir yılan gibi deprenir görüverince, dönüp kaçtı ve geri dönmedi. “Yâ Mûsa, korkma! Benim huzurumda peygamberler korkmaz!”

İsmet Özel’in “SEVMEDEN SÖYLEME” başlıklı yazısından alıntılar

 

İstiklal Marşı Derneği internet portalı İsmet Özel köşesinde bu başlıkla çıkan yazının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Sevmek ve söylemek … Şahsiyet terazimizin bir kefesine sevmeği koyarsak, sıra diğer kefeye söylemeği koymaya gelir. Tersini yapmağa kalkışırsak şahsiyet bakımından fukaralığımızı göstermiş oluruz. (…) Bir olgunun dışa vurumu ile aynı olgunun dile getirilmesi arasında netameli bir mesafe var. Bizim dünya olayları dediğimiz şeylerin hepsi bu mesafe dolayısıyladır.

Hadis-i Şerif’ten eğer birini seviyorsak bunu ona, o sevilen kişiye söylememiz gerektiği emrini alıyoruz. Varoluş sevgiyle başlar. Sevmenin ve sevdiğini sevilen kişiye söylemenin birbirini takip edişi varoluşumuzun mihveridir (eksenidir).

Dünyada II. Cihan Harbi sonrasında cazibesini artıran varoluş felsefesinin taraftarları şunu söyler: Dünya olduğu gibi vardır (The World dis), Tanrı olduğu gibi vardır (God is), ama insan var olur (but the man exits). Yani var olma süreci diye bir şey varsa, bu insan olmağa, insanlaşmağa mahsustur. (…) Avrupalı şahsiyetine ve emeğine yabancılaşmamış bir insan tahayyül eder. (…) Oysa Öz’ün biçime galebe çalacağı hususunda Avrupa’da doğup bütün dünyaya sirayet eden yaklaşım temelden yanlıştır.

(…) Eğer içimizde sadece Allah’a kulluk edecek ve sadece Allah’tan yardım dileyecek kadar temiz bir saha kaldıysa yanlışlık bizden hak ettiği müdahaleyi görecektir. (…) Sevme fiilinden ne anlamamız gerektiğini de bize Kur’an öğretir. (…) Latin alfabesini resmen kabul edişimizin başımıza neler getirdiğini biliyor muyuz acaba? ”