Cemal Süreya’nın şiiri hakkında Cevat Akkanat’ın dedikleri’nden…

 

İBRAHİM TENEKECİ’nin hazırlamış olduğu dergâh yayınları’ndan çıkmış DERGÂH YAZlLARI GÜLDESTESİ Kitabından GELENEK KARŞISINDA CEMAL SÜREYA başlıklı Cevat Akkanat’ın yazısından yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Attilâ İlhan, İkinci Yeni’cilerle girdiği bir polemikte, gelenek yolunda kendisinin öncü olduğunu hatırlatır ve ardından Cemal Süreya ile Turgut Uyar’ı anar. Fakat Attilâ İlhan’a göre bu şairler, şiirlerini tıkanıklıktan kurtarmak için geleneğe yönelirler. Bunu, Cemal Süreya’nın, ‘kendini kurtarma‘ çabasıyla Yunus Emre’ye yönelmiş olduğunu söyleyerek somutlaştırır. (dipnot: Attilâ İlhan, İkinci Yeni Savaşı, Bilgi Yay., 3.Bas. İst.,1996, s.150.)

Enis Batur’a göre, Cemal Süreya apaçık biçimde Halk şiiri seçeneğinin üzerine’ (dipnot: Enis Batur, Dört Şair, Dört Fatih, Kitap-lık dergisi, s.38 (Güz 1999), s. 188) gitmiş, bu şiirle kan dolaşımını hızlandırıcı bir ilişkiye(dipnot: Enis Batur, E / Babil Yazıları, YKY, İst., 1995, s.98-101.) girmiş bir şairdir. Batur, Cemal Süreya’nın ‘Halk edebiyatının sahici temposuyla’ modern şiir kurabilen bir şair olduğunu, bunu halk şiirinin şekillerden ziyade sesi ve ritminden faydalanarak gerçekleştirdiğini söyler. Batur’a göre Cemal Süreya, ‘Karacaoğlan’ın kısa ve süratli deyişi’ni, kendi zamanında sergileyen bir şairdir. (dipnot: Enis Batur, Yazının Ucu, YKY, 2. Bas. İst., 1995, s. 86.) (…) Şair gelenekten bahsederken, bunu doğrudan doğruya geleneğe dair ilgisi, ‘Gelenek’, ‘Divan şiiri’, ‘Folklor’, ‘Halk şiiri’, ‘Eski kültür’, ‘Eski şiir’, eski ve yeni şairler, nazım şekil, tur ve birimleri gibi konular çerçevesinde dile getirdiği görüşlerle ve eski şiirlerden yaptığı çeşitli alıntılar yoluyla tespit edilebilir.

Cemal Süreya’ya göre, bu köklü birikim, büyük ve suni kopuşların yaşandığı dönemler de dahil, ‘varlığını ve ağırlığını her zaman hissettirmiştir. (dipnot: Cemal Süreya, / Konuşan: Can Kolukısa/, Güvercin Curnatası, s. 26. (…)”

HAKİKÎ VARLIK Hakkında FUSÛSU’L-HİKEM’den (Tercüme ve Şerhi-I) Alıntılar

 

“Hakikî varlık öyle bir tümel tek hakîkat kavramıdır ki, sınır ve yön kabûl etmez. Zîrâ bir sınır kabûl etse, sınırı bittikten sonra diğer varlığa geçilir; ve sınırın sonu olan her bir varlığı saymak mümkün olur. Bu ise birliği olumsuzlayıcıdır. Yön ise bir şeyin diğer bir şeye olan mukâbil vechi olup bu da sınırı gerektirdiğinden, varlık hakkında bu da tasarlanır değildir. Dolayısıyla varlığın vahdâniyyeti (birliği) adedî (sayısal) olan birlik değildir; belki bir sonsuz kuşatıcı olan varlıktan ibarettir. Ve kendisinin bir mebdei (evveli, aslı) olmayıp belki kendisi varlıkların tümünün mebdei ve menşeidir (aslı ve kökenidir). Varsayalım ki, bir mukayyed (kayıdlı) ve belirlenmiş olan herhangi bir şahıs arzın herhangi bir yönünden fezâya doğru sınırsız zamanlarda uçsa bir sona erişme mümkün değildir. Zira onun bu seyri varlık içindedir. Ve sonsuz fezâ varlık hakikatidir. Soru: Bu hakikî varlığın bir başlangıcı var mıdır? Cevap: Bu soru yersizdir. Zîrâ vehmin îcâd ettiği bir sorudur. Her ne kadar vehme göre bir soru geçerli gibi görünürse de, hakikatte böyle bir soru yoktur. Ve kuvve-i akliyye (aklî potansiyel) bu sorunun yersiz olduğunu birkaç yönden isbât edebilir. Şöyle ki: 1. Varlığa bir köken tahayyülü, evvelce yok idi, sonradan var oldu, demek manâsını içkin olur. Oysa evvelce yok olan şeye var denemez; ve bunun kabûlü, yokluk kendisinin zıddı olan varlığa tebeddül etti (dönüştü) demek olur. Halbuki yok olan var olamaz ve var olan da yok olamaz. 2. Bir mebdee (başlangıca) dayanarak var olan şey, hakikî varlık değildir. Belki kendinden önceki varlığın izâfâtından (göreceliklerinden) ve müteallıkâtından (ilişkinliklerinden) olur. Su ile buz arasındaki nisbet gibi. 3. Madem ki varlığa bir köken tahayyül olunur; bu kökene de diğer bir köken tahayyül olunabilir; ve bu tahayyül böylece ilâ-nihâye zincirleme gider. Ve bu zincirleme gidiş varlığın değil, yoklukların zincirleme gidişi olur. Ve böylece gidilip bir hakîkî asla dayanmak mümkún olamaz. Dolayısıyla bu zincirleme gidiş, vehmin îcâd ettiği bir ma’nâ olduğu için, selîm akıl katında fâsid (fesâda uğrayan) olur. Esâsen adem (yokluk) boşluk ve sükûndur. Ve zincirleme gidiş ise doluluktan ve hareketten başka bir şey değildir. Bundan dolayı zincirleme gidiş adem’in (yokluğun) şânı değildir. Bu bakımdan da evvelce yok olan şeyin zincirleme gidişle var olması câiz olmaz.

Merhûme Ayşe Şasa’nın Şebek Romanı’ndan alıntılar

 

FANTASTİK KURGU türünde, AYŞE ŞASA KİTAPLIĞI / 3, GELENEK YAYINCILIK /117, BİRİNCİ BASIM / Ekim 2004.

Ayşe Şasa: Doğumu 1941, vefatı 2004 İstanbul. 1960’da Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nden mezun oldu. 1963-65’te Robert Koleji İdari Bilimler Bölümü’ne devam etti. 1963’ten başlayarak Türk sinemasında senaristlik yaptı. Murat’ın Türküsü, Son Kuşlar, Ah Güzel İstanbul, Utanç ve Gramofon Avrat gibi filmlere imza attı. 1993’te sinemayla ilgili Yeşilçam Günlüğü adlı denemeleri yayınlandı. Aynı eserin 2002 Aralık ayında Gelenek Yayıncılık tarafından genişletilmiş ikinci baskısı çıktı. Yine Gelenek Yayınları’ndan Şubat 2003’de Delilik Ülkesinden Notlar isimli eseri yayınlanmıştır. 2004 yılı yazında bir süre tedavi gördükten sonra hastanede vefat etmiştir.

Kitabın arka kapağının dış yüzünden:

“Yüksek teknoloji insan toplumunu ne yönde etkiliyor? Gelecekte insanlık ne türden bir psikolojik ortamda yaşayacak?

Futurolojik bir öykü olan Şebek, 2075 yılında hayâlî bir toplumda geçiyor.”

“İngiliz-Yahudî Terkîbinin Anlamı”

 

” Tarihte ilk defa yeryüzünün dörtbir yanında hayatı etkileyip belirleyen bir medeniyet olayıyla karşı karşıyayız; hattâ iç içeyiz demek daha yerinde olur.

Bu medeniyeti öz tabiatına uygun tarzda adlandırmamışlığımız, genelde dünya çapında, öncelikle de Türkiye’de ona ilişkin açık bir fikrimizin oluşmamasına yol açmaktadır. Kâh Batı, kâh Avrupa… zaman zaman da çağdaş diyoruz. Bunlardan Batı yön belirtir; Avrupa coğrafyaya; çağdaş ise tarihe ilişkin sözlerdir. Halbuki bizim burada gereksediğimiz, medeniyete alem (işaret) olacak deyimdir.

Tarihin önde gelen medeniyetlerinin yer almış olduğu vâsiî mekân Avrasya anakarasıdır. Afrika ile Amerika’nın tersine, Asya ile Avrupa coğrafî bakımdan birbirlerinden bağımsız kıtalarmış görünümünü sunmazlar. Birbirlerinden sadece sînelerinde teşekkül etmiş ve tarihe damgasını basmış medeniyetlerden türemiş beşerî ilişkiler yumağı ile zihniyetlerin derin farklılıklarından ötürü ayrılmışlardır.

“Kapitalizmi paranın bizatihi merkez oluşuyla izah edebiliriz”.

 

İSMET ÖZEL‘in 13 Zilhicce 1445 (19 Haziran 2024) tarihli ve MERKEZ VE MUHİT başlıklı yazısının (www.istiklalmarsidernegi.org.tr) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Kapitalizmi paranın merkezde oluşuyla değil, paranın bizatihi merkez oluşuyla izah edebiliriz. Modern çağla birlikte para Antik Çağda kavranılan tabiatın yerini aldı. (…) Sokrates öncesi filozofların en karanlık olanı Heraklit Tabiat gizlenmeği sever demişti. Tabiatın Antik Çağda yaptığı iddia edilen işi modern çağda para yapıyor: Kendini gizliyor. (…) Buna mukabil denetim altında tutulan ülkelerde kişi ve kurumların el koyduğu sermaye miktarı mahduttur. (…) Gelişmiş ülkelerde birikmiş sermayenin ulaştığı devasa miktar karşısında güdülen ülkelerde birikmiş yekûna sermaye dememiz bile mübalağa olacaktır. Öyle günlere geldik ki, birikmiş sermaye sözünü ettiğimiz gizlenmenin en netameli hususiyeti durumuna yükseldi.

Yirmi birinci Hıristiyan yüzyılında birikmiş sermayenin acelesi yoktur. Sermaye ne kadar çok biriktiyse işini o kadar toptan görür. (…) Şirketlerin bütçelerinin devlet bütçelerini geride bıraktıklarına yirminci yüzyılın sonlarında şahit olduk. Bugün yeni bir satın alma çağıdır. (…) Meselâ, dünün yoksul ülkesi Çin bugün Türkiye Cumhuriyetine elektronik malzeme satıyor. (…)