İsmail Kara: Biyografisi ve üç yazısından alıntılar

 

“1955 yılında Güneyce / Rize’de doğan, Güneyce İlkokulu’ndan 1965’te mezun olan, İstanbul İmam Hatip okulunu 1973’de, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü 1977’de ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünü 1986’da bitiren İsmail Kara, uzun yıllar Dergâh Yayınları’nda editörlük ve yayın yöneticiliği, Ste. Pulcherie Fransız Kız Ortaokulu’nda din dersi öğretmenliği (1980-1995) yaptı. İslâmcılara Göre Meşrutiyet İdaresi 1908-1914 başlıklı teziyle siyaset bilimi doktoru, ardından 2000’de doçent, 2006’da İslâm Felsefesi profesörü oldu. 1995 yılından itibaren çalıştığı Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden 2015’te emekliye ayrıldı. 2017-2020 yılları arasında İstanbul Şehir Üniversitesi’nde hocalık yaptı.

Çalışma alanı çağdaş Türk düşüncesi ve çağdaş İslâm düşüncesidir.

Bazı çalışmaları: Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi- Metinler / Kişiler (3 C. :1,1986; 2, 1987, 3, 1994), İslâmcıların Siyasî Görüşleri (C. I, 1994; C. II, 2019, Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye (1998), Amel Defteri (1998), Biraz Yakın Tarih Biraz Uzak Hurafe (1998), Kutuz Hocanın Hatıraları- Cumhuriyet Devrinde Bir Köy Hocası (2000), Bir Felsefe Dili Kurmak- Modern Felsefe ve Bilim Terimlerinin Türkiye’ye Girişi (2001), Güneyce-Rize Sözlüğü- Bir Doğu Karadeniz Köyünün Hafızası ve Nâtıkası (2001), İslâm Siyasî Düşüncesinde Değişme ve Süreklilik- Hilâfet Risâleleri (6 C. 2002-2014), Din ile Modernleşme Arasında Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri (2003), Sözü Dilde Hayali Gözde (Portreler, 1, 2005), Bir Eğitim Tasavvuru olarak Mahalle-Sıbyan Mektepleri (Ali Birinci ile, 2005), Aramakla bulunmaz (2006), Hanya / Girit Mevlevîhanesi-Şeyh Ailesi Müştemilatı Vakfiyesi Mübadelesi (2006), Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm (C.I, 2008; C. II, 2016), İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz- Şerh ve Haşiye Meselesine Dair Birkaç Not (2011), Nurettin Topçu-Hayatı ve Bibliyografyası (2013), Müslüman İstanbul’a Mahsus Bir Gelenek: Mahya (2016), Müslüman kalarak Avrupalı Olmak-Çağdaş Türk Düşüncesinde Din Siyaset Tarih Medeniyet (2017), Zafer değil Sefer (2018), İsyan Ahlâkı Peşinde: Nurettin Topçu Albümü (2018), Ahmet Hamdi Akseki (Rabia K. Gündoğdu ile, 2 C., 2019)

“İnsanı, insanları, cemiyeti, milleti, memleketi (isterseniz insanlığı da diyelim) tanımak, anlamak, şerhetmek zor bir iş olduğu kadar insanların arasında yaşayan, onların arasında ünsiyet kurarak varlık kazanan tek tek fertler için aynı zamanda bir mükellefiyet ve zarûrettir. Husûsen bir memleketin eğitim almış insanları, âlimleri, aydınları, sanatkârları ve yöneticileri için… (…)” (İFADE-İ MERAM başlıklı bölümden)

“(..) Hafızlık hocamız dersanede ise bize pek yönelmezdi. Hafus Mehmet yahut Hocadiye başlayan sıcak ifadelerle ona söyleyeceğini söyler, soracağını sorar, asasına kuvvet vererek çıkardı. Hoca da ona hürmette kusur etmezdi. Bir defa yaşça kendisinden büyüktü, babasının arkadaşı idi, evleri ve hayvanları yanıp kül olduğu zaman yaşlı mozuko (sütü nisbeten azalmış) bir ineğini, sağıp yemeleri için göndermişti -hiç şüphesiz bu çok ince bir düşünce, büyük bir yardımdı- , ayrıca kendisinden eski harfli yazı dersi de almıştı. (…)

‘Tarih’ konulu Açık Oturum’dan…

 

2 aylık düşünce dergisi Teklif” de (Ocak 2024 / sayı 13) Ahmet Ayhan Çitil, İbrahim Halil Üçer, İhsan Fazlıoğlu, Ömer Türker ve Tahsin Görgün’ün katıldığı Açık Oturum’dan yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Görgün: “(…) Tarihin kendisi, kendi başına önemli bir konu olmakla birlikte bizim bugün tarihle ilgilenmemizin özel bir sebebi daha kendisini gösteriyor: Bugün mevcut tarih anlatılarıyla alâkalı ciddî huzursuzluklarımız var. Bunların en önemli sebebi, yaygın tarih anlatısının hakikatle irtibatının kopması noktasında ortaya çıkıyor. Son iki yüzyılda Batılılar, yeryüzünü sadece askerî ve siyasî olarak istila etmedi; insanlığın geçmişi de istila edildi. Fizikî istila, toplumları ve sınırları değiştirirken; tarihin istilası, geçmiş anlatısında esaslı bir tahrif olarak gerçekleşti. Bu tahrif, bizi ister istemez tarihle, tarih anlatılarıyla ciddî bir şekilde yüzleşmeye, bu anlatıları eleştirel bir şekilde müzakereye sevk ediyor. Şunu özet olarak ifade edebilirim: 19. yüzyıl ve sonrasında, ideolojiler, dini ikâme etmeye çalıştı ama başarılı olamadı. Ama ideolojiler, din ile ilgili söylemlerde çok büyük tahriflere sebep oldular. Diğer taraftan tarih kurgusu da metafiziği ikâme etmeğe teşebbüs etti. Dolayısıyla metafiziğin tarih anlatıları yoluyla ikâme edilmeğe çalışılması, günümüzdeki birçok ‘sorun’un esasını teşkil etmektedir. Bunu nerede görüyoruz? Bugün biz nereye yönelsek karşımıza engel olarak bir tarih anlatısı çıkıyor: Tabiata yöneldiğimizde kozmoloji, karşımıza tabiat tarihi anlatısı olarak çıkıyor. Aynı durum siyaset, ahlâk, hukuk, sanat, düşünce, felsefe, kısacası bütün alanlarda karşımıza çıkıyor. Yani hangi alana girersek girelim, herhangi bir alanda sahih bir şey yapmağa yöneldiğimizde önümüze engel olarak bir tarih anlatısı çıkıyor. Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz: 19. yüzyıl ve sonrasında oluşturulmuş tarih kurgusu, her şeyi yerinden etti. İnsanlık, başta ahlâk, hukuk, siyaset, bilim olmak üzere hemen her alanda bir istikâmet kaybı yaşadığı gibi insanlığın kendi geçmişini kavrayışı yönünde de esaslı bir istikâmet kaybı gerçekleşti. Bu istikâmet kaybına bağlı olarak da bir tarih sorunuyla karşı karşıyayız. Yani o zaman şunu söyleyebiliriz: bir defa geçmiş tasavvurunu, şu andaki hâkim geçmiş tasavvurunu tashih etmeden (düzeltmeden) günümüzdeki sorunları sahih bir şekilde teşhis edemiyoruz, bu bir. İkincisi, hem kendimize hem de insanlığa tahrif edilen (bozulan) geçmişini yeniden vermek zorundayız; dolayısıyla geçmişi nasıl olduysa öyle kavramanın makul yollarını hatırlamak, keşfetmek ve makul bir şekilde geliştirmek, kısaca tarihi hakikatle yeniden irtibatlandırmak gibi bir vazifemiz var.” Fazlıoğlu: Tahsin hocaya, izniyle, söylediklerini üç başlık altında toplamak istediğini ifade ediyor. Birincisi, tarih ile zaman anlayışı arasındaki ilişki. Yalnız zaman derken sadece astronomik, kozmolojik zamanı kastetmediğini, zaman anlayışını değerlerle de irtibatlandırdığını belirtiyor. Özellikle İbrâhimî geleneklerin, dün, bugün ve yarını değerlerle ilişkilendiren başlangıç, şimdi ve bitiş anlayışını. Elbette bu anlayışın hem Hıristiyanlık hem İslâm açısından farklı yorumlanma biçimleri olduğuna vurgu yapılarak. Kısaca, ‘zaman’ kavramı, anlayışı, her neyse, üzerine biraz konuşmak gereğine değiniliyor. İkincisi, tarih makûl / intelligible bir hâle dönüştürülebilir mi? Yani tarihin bir makuliyeti var mı? Ki bu da tarihin bir anlamı var mı? demektir.

“Türkiye’de Dinî Hayat Arşivi”

 

Prof. Dr. İsmail Kara‘nın, bu yazının başlığını teşkil eden bir konuyu konuşma mevzuu yapmasıyla böyle bir arşivden haberdar oldu o konuşmayı dinleyenler.

Bu yazıyla da bu konuyu daha bir ayrıntıyla açıklamaya çalışacağım. Tabii ki Prof. Dr. İsmail Kara’nın o konuşmasını dinlemiş ve notlar almış biri olarak.

“1970’li yılların sonlarından itibaren Çağdaş Türk Düşüncesi ve Çağdaş İslâm Düşüncesi sahalarına yoğunlaşan çalışmalarımı yürütürken biriktirip muhafaza ettiğim her türden arşiv malzemesinden, bu konu da elbette nasiplenmiş oldu demek istiyor değerli araştırmacı ve bilim adamı İsmail Kara.

Cumhuriyet devri Türkiyesi’nde dinî hayatın hem düşünce-anlayış kademelerine ve farklı din yorumlarına mensup kurumlar, yapılar, gruplar, hem gündelik hayat ve dînî yaşama biçimleri, hem de onların sembolleri, karşılıklı takdimleri-propagandaları, tenkitleri, ifade biçimleri ve üslûpları itibariyle bütün unsurlarına dair malzemeler şu başlıklarla özetlenebilir: . Laiklik politikaları, din-siyaset ilişkileri, mevzuat ve icraat. .Yaygın ve örgün Din eğitimi; İmam-Hatip Okulları, İlahiyat Fakülteleri, Kur’an Kursları, Din dersleri. . .Diyanet İşleri Başkanlığı , Türkiye Diyanet Vakfı, yurt içi ve yurt dışı din hizmetleri, . .Camiler, Cami cemaati, din görevlileri, cami hizmetleri, dinin anlatılma biçimleri, vaazlar-hutbeler, cami mimarisi . Dinî yayınlar, kitap-dergi-gazete-televizyon yayıncılığı, .Dinî hayatın ve dinî sembollerin tezahür biçimleri .Cemaat ve tarikat yapıları, . Alevîlik .Dernekler ve Vakıflar, kurumsallaşmalar . Siyasî merkezin, üniversitenin, akademisyenlerin ve basın’ın laiklik-din meselelerine, dinî hayatın yaşanma biçimlerine yaklaşımları, .Partilerin, siyaset kurumunun, darbelerin, sivil-asker bürokrasinin, basının, sermaye çevrelerinin yaklaşımları vb. Bunların yanında ilgilendiğim basın-yayın ve kitap-dergi-gazete dünyası, şehirleşme biçimleri, mimari ve tarihî yapılar, biyografi-hatırat metinlerine dair de bir miktar malzeme bulunuyor. Bu geniş malzemenin genel maddî karakteri ve kaynak bilgi türleri ana birimler altında özetlenebilir.

İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi web sayfası üzerinden araştırmacıların ve konuya ilgi duyanların kullanımına açılmıştır. Aşağıdaki linkten giriş yapabilirsiniz.

Prof.Dr. İsmail Kara – Türkiye’de Dinî Hayat Arşivi

Arşiv belgeleri PDF ve TIF formatlarında taranmıştır. Araştırmacılara PDF olarak sunulmaktadır. Kaynak olarak “İZÜ İsmail Kara-Türkiye’de Dînî Hayat Arşivi” bilgisinin verilmesi şartıyla arşivdeki belgeler araştırmacılar tarafından kullanılabilir. (…) Hayırlı, faydalı ve verimli olması temennisiyle. Prof.Dr. İsmail Kara

“İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz / Şerh Ve Haşiye Meselesine Dair Birkaç Not”

 

Birinci Baskısı Temmuz 2011′ de yapılmış olan, bu yazının başlığını alıntı olarak teşkil eden İsmail Kara‘nın bu kitabı DERGÂH YAYINLARI’nın 468., Çağdaş Türk Düşüncesi dizisi’nin 52. Kitabı olarak çıkmıştır. Kitabın birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“(…) Türkiye’de ve İslâm dünyasında şerh ve haşiye literatürü hakkında, XIX ve XX. yüzyıllarda oluşmuş, bir kısmı katı denebilecek birçok hüküm, hayli menfi tasvirler ve ziyadesiyle ironik ifadeler bulunmasına rağmen, bu meseleye tahsis edilmiş sorgulayıcı ve kuşatıcı akademik herhangi bir araştırmanın, kaydadeğer metodolojik bir metnin olmayışı ilk muharrik (tahrik edici) sebep olarak anılabilir. Çok mühim bir konuda, hükümlere paralel veya yargılarla mütenâsip (nisbî) delillerin, delillendirme çabalarının olmayışı ve hangi şartlarda ortaya çıktığını nisbeten bildiğimiz bazı önkabullerin süratle tedâvüle (dolaşıma) girerek kolaylıkla müteârife (aksiyom) haline gelmesi, nihayet bugüne kadar hükümranlığını sürdürmesi ilim âlemi açısından şaşırtıcı ve anormâl olmalı değil midir? Yapısı itibariyle bu kadar zayıf bir hüküm ve kabuller manzumesi, İslâm tarih tasavvurunu ve İslâmî ilimlerin statüsünü, bilginin değerini ciddî ölçüde değiştirmesine hattâ tahrip etmesine rağmen yıllardır niçin ciddî bir akademik şüpheyi davet etmesin ve peşisıra şu veya bu düzeyde tadil ve tashihe tâbi tutulmasın?

Bunu takip eden birçok soru daha: Asırlara hükmederek gelen meşru ve başarılı bir telif tarzı ve yaygın bir ilmî faaliyet türü, XIX ve XX. asırda nasıl hantal, gayrimeşru, güven telkin etmeyen, gelişigüzel ve zayıf bir alan haline ge(tiri)lebilmiştir? Batı Avrupa’daki ilim-bilim anlayışının değişmesi, bilgi-güç ilişkisi, her şeyi tahakkümü altına alan ilerleme fikri, hümanizm, akılcılık ve bireycilik gibi temayüllerin (eğilimlerin) güçlenmesi, felsefe öncelikli ilim ve fikir anlayışı, orijinalite ve yenilik (bizde ictihad) odaklı ilim ve fikir tarihi tasavvuru, gerileme-çöküş edebiyatları (!), modernleşme zihniyeti ve çabaları… gibi unsurlar bu süreçte ne derecede belirleyici veya yönlendirici bir etkiye sahip olmuştur?

William Chittick’in Nakşu’l-Fusûs’undan…

 

Turan Koç çevirisiyle birkaç alıntı bu kitaptan: “Bir iz bulduğumda Senin Sıfatlarından kendimde, / Allah korusun, benden daha büyük biri bulunmaz! / Ama kendime dönünce bakışlarım bir de, / İki dünyada da benden daha kötüsü kalmaz. ” “İnsan iki yüzlü bir aynadır. Bir yüzünde Rablik özellikleri, öteki yüzünde kulluğun kusurları yansır. Rablik özelliklerine bakacak olursan, o bütün varlıklardan büyüktür; ama kulluğun eksikliklerini göz önüne getirecek olursan o tüm yaratıklardan daha önemsiz, daha hakirdir.”

“İmdi, eğer buraya kadarki izahları anladıysan, sana insanla ne kastedildiğini açıklamış oldum. O’nun En Güzel İsimlerle ya da onlarla nitelenmiş bulunmakla elde ettiği görkem ve izzete ve bu isimlerin kendileri için mükemmel bir tecelli mahalli ve her şeyi kuşatıcı bir mazhar (zuhur yeri) olması için onu istemelerine bak. En Güzel İsimler’in onu talep etmesinden ve onun varlığına ihtiyaç duymalarından onun izzetini, yani görkem, ululuk ve şerefini anlarsın; zira aranan şeyin şeref ve izzeti, arayanın şeref ve izzetine göre olur; ve aynı şekilde onun özünde bir hiç olan varlığının tezahürünün onlarla, yani o İsimler sayesinde olmasından da onun ne kadar aşağılık (zillet) biri olduğunu anlarsın; zira yokluk yasalarına bağlı ya da bağımlı olmaktan ve varolmak için başkasına muhtaç bulunmaktan daha aşağılık bir şey yoktur. Anla artık!”

“Bundan, yani insanın batınî yönü bakımından bir rab olurken, zahirî yönü bakımından bir kul olduğunun anlaşıldığı makamdan, onun, yani insanın iki yüzü (suret) olan bir nüsha olduğu anlaşılır. Bu iki yüzün karşılığı ya da onlara denk gelen şeyler de şunlardır: insanın batınî cem’i, yani Hakk‘ın her şeyi kuşatıp kavrayıcılığı ile kucaklanmış olan sureti ve onun dış dağılma ve ayrışma durumu ile kuşatılıp kavranan âlem‘in sûreti. Ve bu iki sûret de Allah’ın insanı yarattığı iki elidir.”

Nedir insan? Her şeyi kuşatan berzah, Hak ile halkın sûreti vardır onda.

O, Hakk’ın Zatı ve dile gelmez Sıfatları İçinde olan özün özü bir nüsha.

Kudret âleminin incelikleriyle irtibatlıdır o, Melekût âleminin gerçekliklerini kendisinde barındırandır.

Batını vahdet denizine dalmış; Zâhiri kuru dudaklarıyla ayrılık sâhilinde.

Hakk’ın hiçbir Sıfatı yoktur ki Tezâhür etmemiş olsun onun zâtında.

Bilendir o, işiten ve görendir; Konuşandır, dileyen, diri ve güçlüdür.