Anadolu Tasavvuf Tarihine Notlar -II- Halvetî-Uşşâkîler

 

MAHMUD EROL KILIÇ‘ın bu kitabının ABDURRAHMAN SAMİ EFENDİ’NİN FARSÇA BİR ŞİİRİ (dipnot: Dîvân’ın en son ilmî neşri için bkz. Dr. Naciye Kaya, Abdurrahman Sami ve Dîvânı, H Yayınları, İstanbul 2016.) başlıklı yazısından sadece şiirin tercümesinden ibâret alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Şiirin Farsça aslı, okunuşu ve tercümesi meraklı dostlar için sunulmuş kitapta. Burada sadece şiirin tercümesine yer veriyorum: “Varoluşun alçak sarhoşluğu kapatır vuslat kapısın / Nasıl istersin bu yolla Hazretin nûr cemâlin Yemek, su, hava ve ateş, önünde seddir yârin haremin / Bu hediyyeler salar seni içine hayranlık dolu gurbet vadisin Eğer hicrânından dâim yanmadaysan Güzeller Güzelinin / Güzelliğinin yakıcı ışığı karşısında, heba et gitsin sana hediye edilmiş cismin Eğer gözden bir damla su akmıyorsa aşkına o dostun cemâlin / O zaman visâline nasıl yol bulabilirsin ki vahdet denizin Ey Güzeller Güzeli haykırdım aşkın feryadı ile ta dehlizlerinden kalbimin / Ne olur bu uzaklıktan kurtar vesilesi ile bir yakıcı visâline Bu vuslatın mehiri denilmiş feda olmaktır uğruna senin tatlı cânın / Sâmi, bu pazarda hiç kıymeti olmaz âh u figânın “

Bir Ahlâk Davası Nurettin Topçu

 

İsmail Kara‘nın Cumhuriyetin 100. Yılına Armağan ve Türk Kültürüne Hizmet Vakfı Yayınlarından çıkan bu kitabından (s. 76-77) yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

” (…) Bir asırdan beri memleketimizin başta gelen derdi medeniyet meselesidir. Geçmişte büyüklüğü dünyaca bilinen Türk milletinin medenî varlığa sahip olmadığını önce Batı’yı tanıyanlar ortaya attı. Tanzimatla başlayan Batı münasebetleri birçok nesillerin gözünü kamaştırdı. Aydınlar denilenler Batı’nın yükselişindeki sırrı aramaya koyuldular ve bu araştırmayı yaparken farkında olmadan kendi iç dünyalarını Batı’nın içinde buldular. Birbiri ardı sıra birkaç nesil Avrupa’ya benzemek için ne yapalım?, Garplılaşma nasıl olmalı? diye uzun zaman sayıkladılar.

“Ya kural koyanlardan birisiniz veya kurala uyanlardan.”

 

İsmet Özel‘in istiklal Marşı Derneği internet portalı İsmet Özel Köşesi’nde çıkan MİLLETLERİN MİLLETLERE ETTİĞİ başlıklı ve 22 Mayıs 2024 tarihli yazısının (istiklalmarsidernegi.org.tr/ IsmetOzel? Id=2 …) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Hiçbir çağ başka bir çağın kopyası olmadığı halde hem içinde bulunduğumuz çağdan hep şikayet ettik ve hem de bir zaman önce daha iyi yaşanıldığına inanmak hoşumuza gitti. İnsanlığımızın garipsenecek bir tarafı bu. (…) Uzay çalışmaları aklımızı allak bullak etti. (…) Mikro-biyologideki buluşlar gündelik hayatımızı an be an delik deşik ediyor. Siz üniversiteye giriş sınavını yapay zekâya tevdi etseniz bile yapılan her şeyin insan elinden geçmesine engel olamayacaksınız. Şeytan uyumuyor.

KAADI İYAZ’ın ŞİFÂ-İ ŞERÎF’inden (Mütercimler: Naim Erdoğan- Hüseyin S. Erdoğan; Tedkik ve Takdim: A. Fikrî Yavuz, Bedir Yayınevi) alıntılar

 

Kim bir ilimden sual olunup da onu gizlerse, Kıyamet gününde Allah onu ateşten bir dizginle vurur!(dipnot: Hadîs-i şerîf’i Resûlullah (s.a.v) den Ebû Hüreyre (r.a.) rivâyet etmiştir. Şifa müellifi Kaadı İyaz rahimehullah kitabına kendi üstadlarının rivâyet senedi ile tahric ettikleri (çıkardıkları) metni almıştır. Bu metin İbni Abdü’l-Ber Nemerî’nin Kitabu Beyani’l-İlmi ve Ehlihi adlı eserindendir.) hadîsi naklettiği için garaz ve maksada tam cevab teşkil edecek, farz olan bu vecibeyi yerine getirecek olan nüktelere koştum, alelacele bunları elde ettim. Çünkü kişi, mübtelâ olduğu dünya mihnetinin (zahmetinin) anahtarları boynuna takılmış bir durumda bulunduğundan o (anahtarlar) onu hem bedenen hem aklen meşgul eder ve onu farz ve nafile (gibi ibadetlerden) eder. Bu yetmiyormuş gibi onu bir de ahsen-i takvîm (en güzel kıvam) mertebesinden esfel-i safilîn’e fırlatıp atar. Şurası da bir gerçektir ki, Allah bir insan için hayır murad etti mi, onun işini ve bütün gayesini yarın övülünecek, aslâ kınanmayacak hususlara yöneltir. Zira orada ya kişiyi sevinçlere garkeden cennet vardır, veyahut da ateşine dayanılmaz cehennem vardır. Şu halde o, kendi özü için çalışmalı, ruhunu (perişanlıktan) kurtarmalıdır. Salih amelini artırmalı, başkasına yarar sağlayacak ‘bu meyanda’ kendisi de faydalanacak olduğu bir ilmin ardına düşmelidir.

Allah, kalblerimizi (dünya mihnetlerinden) paramparça olmasından korusun ve günahlarımızı da bağışlasın. Bütün yeteneklerimizi, eldeki imkânlarımızı, bizi kendine yaklaştıracak, lûtuf ve rahmet ihsanı ile doyuracak hususlara münhasır(özgü) kılsın. (Âmin).”

“Taşralı’nın sonundaki birkaç yazı”

 

Merhûm Nurettin Topçu‘nun (1909-1975) “Taşralı’‘ adlı hikâye kitabındaki son dört hikâyesi (ki ölümünden aşağı yukarı yirmi yıl önce kaleme alınmışlardır –Muzaffer Civelek-) Yıldırımın Huzurunda, Mahşer, Büyük Mahkeme, Ebedî Hayat başlıklarını taşımaktadır. Merhum, ölümünden birkaç gün önce yanında bulunanlara hangi eserlerinin en çok beğenildiğini sorunca verilen cevaplardan başı ile yaptığı işaretle tatmin olmadığını belirtmiş; cevabı, “Taşralının sonundaki birkaç yazı” diyerek bizzat kendisi vermişti. (Dergâh’ta bunlardan Yıldırımın Huzurunda hakkında bir deneme tarafımızdan yapılmıştı).

Nurettin Topçu’nun birinci tekil şahıs ağzından yazdığı bu hikâyelere atfettiği değeri bugün bunları bir kere daha okumak suretiyle iç dünyasında yaptığı yolculuğa eşlik ederek anlamlandırabiliriz. Böylece onun bizi çıkardığı bir yükseklikten veya bizi indirdiği bir derinlikten hayatına ve eserine uygun bir açıdan bakmak imkânını elde etmiş oluruz.

Mahşer, Büyük Mahkeme ve Ebedî Hayat üçlüsü, adlarından da anlaşılacağı üzere bizi bir yolculuğa davet ediyor, ölüm ötesine götürüyor. Bunlar yaz gölgelerinde, suların akışında, dağların duruşunda, yükselen ufukların enginliğinde, tabiatın ince nakışlarında, ahlâkî eylemden sonra kalbe dolan sevinçlerde cennetin lezzetlerini tadan; ancak yaşadığımız nâkıs dünyadan atlayarak, ateşten ve merhametten de geçtikten sonra suyun denize kavuşması gibi Rabbinin huzuruna ereceği tam ve mükemmel bir dünyanın hasretini çeken bir muzdaribin satırlarıdır.

“…. ben öldüğüm zaman siz yatağımın etrafında toplanmıştınız… Hakikatte beni ilk defa seviyordunuz. Ne servetim, ne kuvvetim ne de aranızdaki silik hayâlim için, hattâ içinizden bazınızın benimsediği fikirlerim için de değil, yalnız benim için sevdiğiniz o sahne, herkesin ömründe ancak bir defa yaşadığı bir sahne idi… Siz benim nereye gittiğimi bilmediğiniz için ağlıyordunuz. Bense dünyada böyle bir ölüm için yaşamıştım.” (Ebedî Hayat)