“İdrîsî Kelimede içkin olan ‘Kuddûsî Hikmet’in açıklanması”

 

FUSÛSU’L-HİKEM Tercüme ve Şerhi-II’den (Tercüme ve Şerh: AHMED AVNİ KONUK, Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mustafa Tahralı- Dr. Selçuk Eraydın, M.Ü. İFAV, Yedinci Baskı: 2017) bu yazının başlığını alıntı olarak teşkil eden o kitabın bölümünden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Kuddûsî Hikmetin İdrîsî Kelime’ye tahsîsindeki hikmet budur ki: İdrîs (a.s.) riyâzât-ı şâkka (güç riyâzetler) ile nefsini hayvânî sıfatlar ve tabiî küdûrât (bulanıklıklar) ve ârıza noksanlıklarından tathîr etmiş (temizlemiş); ve âkıbet rûhâniyeti hayvâniyeti üzerine galebe etmekle, kesîrü’l- insilâh (beden ve cesed kayıdlarından çokça çıkan) ve sâhibü’l-mirâc (mîrâcı yaşayan) olmuş; ve melâike (melekler), ervâh-ı mücerrede (soyut ruhlar) ile muhâtabâtta ( karşılıklı görüşmede) bulunmuş idi. Nitekim onaltı sene yiyip içmediği ve uyumadığı ve soyut akıl hâline geldiği hikâye olunur.

İsmet Özel’in bazı yazılarından derleme alıntılar

 

“Mina Urgan 27 Mayıs 1960 hadisesinden sonra 147 akademisyenin tasfiyesinin kendisi de 147’den biri olmasına rağmen lehinde bulunuyor. Demek ki Türkiye’de oynanan oyunun kurallarını hem bilmiyoruz, hem de bilinip bilinmemesini umursamıyoruz.”

“Eğer modernlik insanlığa getirdiği nisbî kolaylıklar mukabilinde felâketler doğurduysa cephe almamız gereken doğrudan modernliğin kendisidir. O kötülüklerin sebebi modernliktir; oysa biz modern değil post-moderniz deyip işin içinden sıyrılmak marifet değil. Bütün postlar gibi post-modernlik de bir hakîkati gizlemek içindir.”

“Hayır, ne tuhaflıklara meyletmekten, ne de kendine macera uydurmaktan söz ediyorum. Bilakis, sözünü etmek istediğim tuhaflığın araziye uymak suretiyle gündemde kalışı ve çapsızlığına rağmen kendine tapma hastalığının insanlığı kemirdiğidir.”

“Dikkat edin: SSCB haritadan silindi; ama ülke halen komünizmin veya Brejnev doktrininin değil, Çarlık döneminde Rusya’ya ekilen tohumların meyvesini yiyor. Oysa Mao’nun kültür devrimi hiç iz bırakmadan inkıraza uğradı. Çin’in bütün parlaklığının o ülkenin Dünya sistemi’ne sağladığı dayanaklarda gizli olduğunu bilmemek çok büyük bir gaflettir.”

“Açıkcası, modernliği alt etmenin yolu öncelikle Dünya sisteminin sırtını yere getirmekten geçiyor. (…) Var mı Dünya sisteminin tekerleğine çomak sokmanın bir yolu? İşte kendini inşa etmek burada devreye giriyor.”

“Tarihten arıtılmış iman yoktur”

 

İsmet Özel‘in İstiklâl Marşı Derneği internet portalı İsmet Özel Köşesi’nde çıkan “HAYAT NE KADAR GÜZELSE DÜNYA O KADAR ÇİRKİN” başlıklı ve 29 Şevval 1445 (8 Mayıs 2024) tarihli yazısından yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“(…) Yani düşüncenin daha başında cisimleri organik ve inorganik olarak ikiye ayırmamız fahiş bir hatadır. Bizim kolayca cansız saydığımız nesnelerin birbirleriyle haberleştiklerini öğrendiğimiz zaman tabiata karşı haşin tutumumuz utandırıcı geliyor insana. “Ne var bunda utanacak?” diye soranlarımız çoktur. Onlar aynı zamanda canlı-cansız ayrımını da yerinde bulurlar. Giderek dünyaya yaptıklarımızı tatminkâr bulmazlar. (…)”

“İman etmek imanın boş bir kategori olmadığını anlamakla başlar. Yani insanların herhangi bir manevî dünyaya sahip olmaları iman ettikleri anlamına gelmez. (alıntı olarak başlığı teşkil eden cümlenin yeri burası) Herkes iman edip etmediğini tarihten öğrenecektir. Şimdiye kadar imanı insana Allah kelâmının dünyada tezahürü öğretti. (…) Bilelim ki, Hz. Ali varsa sadece kendinden önceki üç halifeye biat etmiş halife olarak vardır. (…)”

“Nûr ve Varlık”

 

Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-III‘ün (Müellif: Muhyiddin İbnu’l-Arabî, Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk , Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mustafa Tahralı- Dr. Selçuk Eraydın, 6. Baskı, M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları İFAV, İstanbul-2017) başlarından Nûr ve Varlık başlığı altındaki kısımdan yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

” İçinde yaşadığımız cisimler âleminde bir gölgenin meydana gelebilmesi için ışık şart olduğu gibi, Hakk’a nisbetle gölge varlıktan bahsedebilmek için de bir nûra ihtiyaç vardır. Bundan dolayı gölge varlık anlayışında sözü edilen temel kavramlardan biri de Allah’ın Nûr ismidir. Kâşânî Istılâhât‘ında Nûru şöyle tarif etmektedir: Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir. Nûr, Allah’ın Zâhir ismiyle tecellîsidir; yani bütün âlem sûretlerinde zâhir olan vücûddur. Ayrıca ledünnî ilimler ve ilâhî vâridâttan gizli ve örtülü olan şeyleri keşf eden, âşikâr kılan her şeye nûr ismi verilir ki, kalbden kevni (yâni mâsivâyı) tard ederler.

Vahdet-i vücûd hakkında hatırlatıcı bilgi (Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-IV’den)

 

“Vahdet-i vücûd, vücûdun birliği manâsına gelmektedir. Kendi zâtıyla kaim (yerini tutan) olan Vâcib vücûd (varlığı gerekli vücûd), vücûdun mertebelerinde çeşitli sûretlerde (ilmî ve kevnî / kozmik sûretler) belirir. Hâriçte gördüğümüz her şey o vücûdun / varlığın tecellîleridir. Kısacası, o vücûddan meydana gelen her şey O‘ndandır; fakat her şey O değildir. Mukayyed (kayıdlı) olan bütün varlıkların o vücûdla -her yönüyle- ne benzerlik (teşbîh), ne ayniyyet (tıpkısı) ve ne de cüz’iyyet (tikellik /azlık) alâkası aslâ yoktur.

Kelâm ilminde de vücûd, mutlak (vâcib) ve mukayyed (mümkün) olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilmiştir. Mutlak vücûd, kendi zâtıyla kâim, kıyâmında bir başka vücûda ihtiyaç duymayan var; mukayyed vücûd ise, kendi zâtıyla ma’dûm (yok), Hakk’ın vücûduyla (varlığıyla) kâimdir.

Tasavvufta Vâcib ve Kadîm olan bu vücûd (varlık), çoğalma, bölünme ve noksanlaşma kabûl etmez. Onun şekli, sûreti ve sınırı yoktur. Bu vücûda Mutlak vücûdismi verilmiştir (sırf ve hâlis vücûd). Bu Mutlak vücûdbütün kayıdlardan münezzehtir (tenzih edilmiştir). Bu husûsu mahdûd (sınırlı) akılla idrâk mümkün değildir. Hâdis penceresinden değerlendirdiğimiz her şey zamânî ve mekânîdir. Münezzeh olanı, mukayyed akıl ile idrâk mümkün olmadığından, din daha çok kalbin hareketi olarak kabul edilmiştir.

Mutasavvıfların Mutlak vücûd ismi verdikleri şey, akıl ve hissimizle idrâk edilmez. Allah Teâlâ sûret ve şekilden münezzehtir. O sûret ve şekillerle tecellî eden Zât ve Hakîkattır; sûret ve şekil değildir.