İbrahim Kalın’ın “Barbar, Modern, Medenî

 

Medeniyet Üzerine Notlar–

Kitabından (İNSAN YAYINLARI, Birinci Baskı, 2018) alıntılar:

“Kendi medeniyet, hayat, tefekkür ve estetik değerlerine sahip olmayan bir İslâm dünyasının ne kendi sorunlarına sahih çözümler üretebilmesi ne de insanlığa bir katkı sunması mümkündür.

Kitabın başlığı, içinde bulunduğumuz durumu tasvir etmeyi amaçlıyor. Bugün barbarlığı, modernliği ve medenîliği aynı anda tecrübe ediyoruz. İstediğini zorla ve rasyonel-ahlâkî olmayan yöntemlerle elde etme çabası olarak barbarlık, farklı biçimlerde yaşamağa devam ediyor. üModernlik, ilerleme, kalkınma, ulusal çıkar, uluslararası düzen, ekonomik fayda, verimlilik vs. adı altında insana ve tabiata karşı yapılan barbarlıklar uzun bir liste oluşturuyor. (…) Şiddeti estetize eden, şehveti ve hırsı kutsayan ve insanın varoluşunu varoluşunu tüketim çılgınlığına indirgeyen barbarlıkların bize emanet olarak verilen yeryüzünü giderek yaşanmaz hale getirdiği gerçeğini inkâr etmek mümkün değil. Çevre krizi ve küresel ısınma gibi sorunlar, dipte yaşanan zihin ve ruh krizinin tezahürlerinden sadece bazıları. Fakat modern siyasî-ekonomik düzen bu gerçeği bile kabullenmekten kaçıyor. (…) Netice itibariyle modernlik ve ilerleme adına barbarlığın yeni şekiller aldığı bir çağda yaşıyoruz.

“Türküm Doğruyum İntikamım Ülkemdir”

 

İsmet Özel‘in bu başlıklı kitabının (TİYO: 44, İsmet Özel Kitapları:21, Aralık 2019 I. Baskı 1.Bin) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Gençlik yıllarımdan bugüne birçok şey oldu ve olanların hiçbiri içime sinmedi.”

“Varlık gösterebilmişsek çocukluğumuza rağmen, ihtiyarlığımıza rağmen gösterebilmişizdir.”

“40 yaşıma kadar yazdığım şiirlerin ilki Kış. Dokuz yaşımda kıştan ancak bu kadarını anlardım. Daha sonra neler anlamalıydım? Bu satırları yazarken sonbaharı yaşıyorum. Yeni bir kış 75 yaşımda iken yine başımda.”

“İtirafım şu olsun: Kış günleri benim için aklımın erdiği günden beri birer kuluçka vaktidir.”

“Her insanı tek başına bir nesil sayacak olursak beni neslimi idame ettiremeyişimin yakınması ihata etti.”

“Her gün tok gezebilmek bir marifettir.”

“Sözüm varsa dünya hayatı uğruna kendini yıpratmak şöyle dursun dünya hayatını babasının malı zannedenleredir.”

“Şöhret gülünçlükle tamamlanmadığı zaman meşhur adam ortaya çıkmaz. Çünkü tabiatımız bir zorluğun altından kalkmağı hepimize hoş göstermiştir.”

“Her nedense zorluğun zor adama yakıştığına inanırız.”

“Giderek değersiz dünya Nobel ödülü alabilmek için her olmazı olura çevirenler elinde bilimsel dünya oluverdi.”

“Adnan Menderes’e aleyhinde bir askerî darbeye maruz bırakılacağı haberi ulaştığında söylenenlere kulak asmadı. Onun gönlüne İstiklâl Marşımızın ithaf edildiği kahraman ordumuzun müstemleke ordusu olmadığı kanaati su serpiyordu.”

“Hay huya hayretle bakmağı çocukluğumun en esaslı tecrübesi saymalıyım. Çocukken dünyanın hay huyuna hayranlıkla bakardım. Çocukluğu terk eder etmez beni başka herhangi bir alanda değil sanat alanında bir geleceğin beklediğine inandım. Soylu sanat arayışının modern çağ denilen şeyin belâlarından beni uzak tutacağı inancıyla uğraşıp durdum. Üstümüze apar topar giydirilen Hıristiyan yılların 1966’sında derin bir kederle Geceleyin Bir Koşu’yu yayınladığım bu gün de hatırımda. Şiirin nesini geride bırakmıştım ki kederle kuşatılmış sayıyordum kendimi? Eğer Türk âlemi şiiri tanıma zahmetini göze alan edebiyat adamlarının nefes alabildiği bir âlem vasfını önde tutabilseydi yani Türk âlemi bünyesinden bir dünya hayatı çıkarabilseydi sayılı adamlardan kabul edilecektim.

Sayısız adamlığım adamlığıma halel getirmedi. Ölüp gideceğim besbelli olduğu halde ve bana ait bütün iyi şeyleri beraberimde götürmekle kalmayıp terekemde sadece kötülüklerimin sırıtacağını bildiğim halde adamlığa, sayısız adamlığa oynuyorum. (…) İnsan hakları mugalatasıyla haklı haksız ayrımını karartmak sayılı adamların işidir. (…)

Beklediğimiz nefes şiirin okurlarını ne yapıp da şair katına yükselttiğini anladığımızda yapımızın bir parçası olacak. Şair yazdıklarıyla insandaki en büyük noksanı yok etmiş olur. Nedir o büyük noksan? Beşer hayatını yetersiz bulup insan hayatına yöneldiğimizde bize bir şeyin, bir kişinin (kimsenin değil) yol göstermesini şart görürüz. Şartın yerine gelmesi için o şey, o kişi kendini feda eder. Her neye ‘şey’ demişsek o şey şiirden başka bir şey olamaz. (…)

Her ülke, her dil adına yerli şey şiirin aydınlattığı şeydir. Eğer şiir bir milletin bir yerine düşecek kıratta ise o millet ölüm belâsından sıyrılma sırrına ermiştir. (…)”

Gayb konulu bir Açık Oturum’dan alıntılar

 

İhsan Fazlıoğlu: Öncelikle gayb kavramını açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Bu çerçevede gayb, metafizik ve meçhul kavramları arasında bir ayrım yapmak önemli. (…).

Türker: Belki kelime anlamları itibariyle bunlar birbirleriyle ilişkili gözüküyor, dahası zaman zaman birbirlerinin yerine kullandığımız oluyor. Fakat aralarında farklılık var. Meçhul aslında bir terim değil.

Fazlıoğlu: İngilizce’de unknown bilinmeyen / meçhul diyorlar gayba. Ama bilinmeyen, gayb değil.

Türker: Evet, meçhul herhangi bir disiplinin terimi değil, bilinmeyen demektir; çok genel bir kullanıma sahiptir. Burada terim olan, metafizik ve gayb’dır. Gayb kelimesi en genel anlamıyla duyulardan gizli olan yani insanın beş duyu organıyls idrak edemediği durumlar anlamına geliyor.

Fazlıoğlu: Peki, aklın idrak edebildiği şey midir gayb?

Türker: Aslında insanın aklıyla idrak edebildiği şeyler nazarî bilinmeyen kısmına girebilir ama gayb’a girmez. Nazarî gayb diye bir şey olmaz.

Çitil: Duyulurlar cihetinden düşünülürler gaybî olabilir ama bu anlamda kendinde gaybî diyemeyiz.

Türker: Evet, diyemeyiz. Metafizik, cismânî olmayan demek, sadece duyulur olmayan demek değil. (…) Nihaî anlamda metafizik Tanrı’yı bilmekle neticelenir. (…) Bu manâda metafizik, gayb olmayan, duyularımızla idrâk ettiğimiz nesnelerin tamamını da kapsamına alan ama kavram olarak bunların varlık, birlik, zorunluluk ve imkân gibi yönlerini inceleyen disiplinin ismi yahut onların aklen kavranabilir olan yönünün ismi iken, gayb duyulardan gizli olanların bütününün ismidir. (…) Bizim için gayb olan, henüz idrak edemediğimiz şey anlamındadır; fakat aklımızla değil, yine duyularımızla idrak edemediklerimiz anlamındadır. (…) Dolayısıyla gayb en genel anlamıyla duyulardan gizlenen demektir ve bazı açılardan metafizikle kesişir.

Metafizik, gayb olmayan, şu anda duyularımızla idrâk ettiğimiz nesnelerin tamamını da kapsamına alan ama kavram olarak bunların varlık, birlik, zorunluluk ve imkân gibi yönlerini inceleyen disiplinin ismi yahut onların aklen kavranabilir olan yönünün ismi iken gayb duyulardan gizli olanların bütününün ismidir.

“Bence gaybla irtibatın en yoğun olduğu alan dindarlık tecrübeleridir. Bu hangi din olursa olsun, hepsinde böyledir. Eğer inanan insanlar bu irtibatı tecrübelerinde içerilen eserler üzerinden takip edemiyor iseler aslâ sürdüremezler.” Ömer Türker

Mahmud Erol Kılıç’ın “Anadolu’nun Rûhu -Tasavvuf, Felsefe, Siyaset- Konuşmaları” kitabından alıntılar

 

“İslâmî versiyonu (karşılığı) Men arefe nefsehû feqad arefe rabbehû yâni Kendini bil, Rabbini de bilirsin. şeklindedir.”

“Zuhûr âlemi oluşlar ve bozuluşlar âlemidir; kayıtlar âlemidir. Nesnelerin mücessem (solid) donmuş hâlidir. Bu açıdan, ezoterik felsefede rüyalar çok önemlidir, çünkü rüyalar kayıtsızdır. Rüyalar sonsuz bir özgürlük alanıdır. (…) Herhangi bir şeyi sınırlandırdığınız zaman onu ölümlü hâle getirmiş, ona fânîlik damgası vurmuş oluyorsunuz ve o şey ârızî (accidental) bir hâle gelmiş oluyor. Her ne şey ki ârızîdir, kayıtlıdır, mutlaklık taşıyamaz; mutlaklığın olmadığı yerde insan mutlak huzura eremez bu esasa göre. Dolayısıyla hakîkatin, o kayıtlı olmayanda, mutlak olanda bulunduğunu göstermek isteyen ezoterik (içrekçilikle ilgili) metinlere farklı bir gözle bakmalıyız. Bize Aristo’yu bile maddeci felsefenin babası olarak öğrettiler. Oysa Aristo der ki, “Platon da dâhil olmak üzere benim üstadlarım daha çok metafiziğe yoğunlaştıkları için, o metafizikten yola çıkarak fizik yapma işi bana kaldı.” Hâsılı Aristo’nun fizika’sını, Platon’un metafizikasından kopararak ele almak bir tür Rönesans manipülasyonudur. Aristo’yu o bütüncül yapıdan kopararak maddeci felsefenin babası hâline getirmişlerdir. Zâten bütünden kopup parçada odaklanma analitik felsefenin temel karakteridir. Felsefenin modern dönemlerde ezoterik köklerinden, aslî köklerinden koparılmış hâli, özellikle Aydınlanma sonrası modern insanın parçalayıcı bakış açısının oluşumunu sağlayan güç oldu. Mevlânâ Mesnevî’sinde bunu çok güzel bir benzetmeyle dile getirir; meşhur körlerin fil târifi meseli… Fil bir bütündür ama siz körseniz size bu nedir? diye sorulursa, birisi bacağını tutar, ağaç olduğunu söyler, burnunu tutan hortum, püskülünü tutan fırça der; hiçbiri bütünü tarif ederek, ben bir fili tutuyorum diyemez. Modern insanın en büyük problemi de budur. Holistik olmadığı, bütüncül yaklaşmadığı; bütün yapıyı bilmediği için, sadece bir parça olan madde üzerine çalışmalarını yoğunlaştırmış ve felsefeyi bu hâle getirmiştir.

İbrahim Kalın’ın “Barbar-Modern-Medenî/Medeniyet Üzerine Notlar” kitabından…

 

İNSAN YAYINLARI’ndan 705., İBRAHİM KALIN KİTAPLIĞI’ndan 3. Kitap (Birinci Baskı: 2018) olan bu kitaptan yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“Burada yaşanan, büyük bir ontolojik (varlıkbilimsel) kaymadır. Araçların tanımladığı bir dünyada aslî, ilk, orijinal ve otantik olanın anlamı değişmiştir. Sûretler, imajlar, imitasyonlar, simülasyonlar aslî ve birincil olanın yerini almıştır. Orijinalinden daha iyi oldu…” sözü, bir epistemik (bilgi ile ilintili) kibrin ötesinde bu ontolojik (varoluşsal) kaymayı işaret eder. İşaret (sign), işaret ettiği şeyin (signified) yerine geçmek suretiyle üzerimizde muazzam bir tahakküm kurmuştur. Sembol, sembolize ettiği şeyi alt etmiş ve yerine kendini ikame etmiştir. Taklit, orijinalin aslında o kadar da kıymetli bir şey olmadığına bizi ikna etmiştir. Sanal, hayalî, gölge olan şeyler gerçekliğin koltuğuna oturmuş ve hepimize alaycı bir şekilde tebessüm etmekte ve kulağımıza şunu fısıldamaktadır: Benim daha ‘gerçek’, daha ‘câzip’, daha ‘kullanışlı’… olduğuma artık sen de inanıyorsun.

Böyle sanal ve sığ bir dünyada neyin gerçek, neyin kültür, neyin sanat yahut estetik olduğuna dair bir şeyler söylemek giderek zorlaşmaktadır. Medeniyet, bu ontolojik fakirleşmeden nasibini alan kavramların başında geliyor. Maddî, teknolojik, sanal, dijital dünya vb. sıfatlarla ifade edilen post-modern durumların hakikat ve gerçeklik tasavvurumuz üzerindeki derin etkisi, kendini medeniyet tartışmalarında da hissettirmektedir. Temsil ettiği gerçeklerin yerine geçen imajlar, müstakil bir varlık alanı ve kazanmakta ve giderek gerçeği dönüştürmektedir. Dünya çapında bir futbol oyuncusunun Playstation’da futbol oynaması, Disneyland’ın müstakil bir dünya haline gelmesi ve dizilerdeki kurgulanmış insan ilişkilerinin gerçek muamelesi görmesi, hiper-realite halinin akla ilk gelen örnekleri arasında yer alıyor. Bu tür durumlarda neyin gerçek neyin hayal, neyin hakiki neyin sanal, neyin otantik neyin kurgusal olduğu sorusu anlamsız hâle geliyor. Hiper-realitenin şehvetine kapılan kitleler, artık gerçekle yüzleşecek zihnî ve duygusal donanımlarını yitiriyorlar. Ekrandaki mükemmel, yaldızlı, biteviye akan kurgular gerçek, eksik, karmaşık ve sınırlı hayatların yerini alıyor. Gerçeğe ulaşmak için onun taklidi, imajı, kopyası ve simülasyonu kaçınılmaz bir araç haline geliyor. İnsanlar artık bir ekrana bakmadan dünyayı tanımanın, algılamanın ve idrak etmenin imkânsız olduğunu düşünüyorlar.