“Mahiyet Teorisi”ne dâir bilgi

 

Prof. Dr. Ömer Türker tarafından Hazırlanan ve KETEBE Yayınları’ndan çıkan Metafizik 2. Cild’de yine Ömer TÜRKER’in Mahiyet Teorisi üzerine yazdıklarından yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak..

Giriş bölümünden alıntılar:

“İslam öncesi dönemde mahiyet kelimesi, daha ziyade nesnenin tanımsal ifadesi anlamında kullanılmıştır. İbn Sînâ’ya kadar İslâm felsefesi geleneğinde de bu şekilde kullanılmıştır. İbn Sînâ varlık-mahiyet ayırımı yaparak bu ayırımı zorunlu-mümkün ayırımıyla ilişkilendirince mahiyet kavramı, mantık kavramı olmasının yanı sıra metafizik bir kavrama dönüşmüştür. Buna göre bir şeyin tanımından varlık ve yokluğu çıkardığımızda herhangi bir çelişkiye düşmüyorsak o şeyin tanımında varlık ve yokluk bulunamaz. Tanımda varlık ve yokluğun bulunmaması, şeyin ancak varlık veren bir illetle irtibatı kurulduğunda var olmakla, illetle irtibatı kesildiğinde ise yok olmakla nitelenmesi anlamına gelir. Tanımında yokluk bulunması şeyin imkânsız olmasını, tanımında varlık bulunması ise şeyin zorunlu olmasını gerektirir. Böylece mahiyet sahibi olmak ile mümkün olmak arasında; mahiyetsiz olmak ile zorunlu olmak arasında bir ilişki kurulmuştur. Bu bağlamda mahiyet teorisi, temel kavramlarının varlık, mahiyet, zorunlu ve mümkün olduğu yeni bir ontolojinin inşa edilmesini sağlamıştır. Bütün mevcutların mahiyetli-mahiyetsiz veya mümkün- zorunlu şeklinde iki kısma ayrılabileceği düşüncesinden hareket eden yeni ontoloji, hem burhan teorisinin tikel mlbilimlere uygulamalarını etkilemiş hem de metafiziğin temel meselelerin yeniden ele almayı gerektirmiştir. Teorinin imaları, İbn Sînâ sonrasında Fahreddin er-Râzî (ö.606/1210), Sühreverdî (ö.587/1191), İbnü’l-Arabî (ö.638/1240) gibi müteahhirîn dönemin kurucu düşünürleri tarafından çıkarılmıştır. Sühreverdî mahiyet kavramının merkeze alındığı, İbnü’l-Arabî varlık kavramının merkeze alındığı, Râzî ise ikisi arasındaki ilişkinin sorunsallaştırıldığı düşünce geleneklerinin oluşumuna kaynaklık etmiştir. Bu sebeple Râzî ve tâkipçileri tarafından mahiyet teorisi eleştirel bir okumaya tâbi tutulmuştur. Sühreverdî takipçileri, dışta var olanın mahiyet olduğunu, varlığın ikinci makul olduğu tezini derinleştirmiştir. İbnü’l-Arabî takipçileri ise dışta var olanın varlık olmak bakımından varlığın kendisi olduğunu, mahiyetlerin bu varlığın farklı görünümleri olarak değerlendirilebilecek halleri olarak düşünülmesi gerektiği görüşünü derinleştirmiştir. (…)

Kimdir “modernliği içine sindiren”?

 

İsmet Özel’in ” YA DÖNEN BİR DOLAP YOKSA ! ” başlığıyla çıkan yazısının (istiklalmarsidernegi internet portalı İsmet Özel Köşesi) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.”

“Modernliği içine sindiren insan bir sıradağ silsilesinin göbeğine bırakılmış gibidir. Kimdir “modernliği içine sindiren”? O, içine doğduğu kültürü ve/veya medeniyeti olağan, kaçınılmaz kabul edendir. (…)

Oysa kurulu düzene boynunu uzatanlar dışındaki her insan için durum bunun tam tersidir. (…) “Zübde-i âlem olan Âdem her kişinin bu fikre kapılması kastı güdülerek yaratılmıştır. Beşerin bedeni câhiliyeti, zulmeti geride bırakmak ve nura kavuşmak özellikleriyle donatılmıştır.

Önce “bir sıradağ silsilesinin göbeğine bırakılma” ifadesine açıklık getirelim: Yeryüzüne göz attığımızda bütün toplulukların bir diğerinden farklı özellikler taşıdığını görürüz. Sultası altında bulunduğumuz hegemonya (bu kavramı dünyayı barbar ve medenî olarak ikiye bölecek kadar, Avrupa’da XVII. yüzyılda doğan bilim ve fenne ruhunu teslim edecek kadar kafanızda genişletin) bizi toplumlar arasındaki farkın gelir düzeyine ilişkin olduğuna inanmağa zorlar. Bu zorlama hükümetler katında nicedir başarıya ulaşmış gibi görünüyor. Neticede hükümetler kendi inançlarını millete aşılama gayretine dalıyorlar. Bu gayret vadide gezinen halkın kendine tırmanmağa değer bir zirve seçmesine sebep oluyor. Ne zaman ki halk o zirveye erişme imkânına kavuşuyor, işte o zaman kendinin bir sıradağlar ortamına bırakıldığını, çevrede eğer istenirse tırmanılabilecek yüzlerce, binlerce zirve bulunduğunu görüyor.

Hz. Âdem ahfadıyız. Bu cümleye hangi gözle bakmalı? Eğer bu cümleyi monoteist dinlerin mitosunun bir parçası olarak olursanız Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’e hak vermiş olacaksınız. O şöyle demişti: “Bir yalan ne kadar büyük olursa ona inanan insan sayısı o kadar çok olur”. Hayır, Hz. Âdem’in ahfadı oluşumuz fikrine mitos gözüyle bakmıyoruz. Tersine, bu fikri gerçekliğe varmanın en mühim anahtarı sayıyoruz. (…)

Hz. Âdem ahfadıyız; çünkü heimizde İblis’in iğvasına meyletme istidadı var. Bu istidat bütün karmaşık yapıların sırrını çözme alanına çekiyor bizi. (…) Hiç farkına varmadan züppeliğe meylediyoruz. (…) Felâket insan elinden çıkma yapıların yaradılışın tabiatında mündemiç olduğu zannına kapılışımızdır. (…) Modernlikle savaşmağı gereksiz saydığımız için icbar edildiğimiz şartdan azami sağlamağa çalışıyoruz. Artık “mahşer günü herşeyin hesabını vereceğimiz fikrinden uzak yaşamağı olağan sayıyoruz.

Toplumda işgal ettiği mevki ne olursa olsun her ferdi içine alan bir mesele bu. (…) Aklımızı her davranışımızın bir mes’uliyeti yerine getirmeğe ilişkin olduğuna hasredersek istikamet sahibi olmanın vazgeçilmezliğini kavrarız. (…) Yirminci yüzyıl yerini “yer” kavramının yersizliğine bıraktı. Yirmi birinci yüzyıl dünyasında sayıları yetmiş milyona varan yersizler yaşıyor.

Yersizlerin yersizlikten bir şikayetleri var mı? Buna hiç ihtimal vermiyorum. (…)”


FÎHİ MÂ FÎH’den alıntılar (71.Fasıl’dan)

 

“Yârân-ı sâlih ile oturmaktan daha kavî hiçbir mücâhede yoktur; ve onları müşâhede etmek nefsin ifnâsı (fâni kılınması) ve terkidir; ve bundan dolayıdır ki, cehil yılanı bir sene âdem görmezse ejderhâ olur, derler.”

“Her nereye büyük bir kilit koyarlarsa, orada nefîs ve kıymetdâr bir şey bulunduğuna delildir; ve her nerede hicâb a’zâm (çok büyük) olursa, gevher (cevher) de a’lâ (daha üstün) olur. Meselâ bir hazînenin üzerinde yılan bulunur; sen yılanın çirkinliğini görme! hazînenin nefâsetine bak! Kemâl gereği, gayrin ona meylidir; ancak o meyil, kendisinin noksânına değil, kemâline olur. Kemâlullah mevcûdâtın kemâlidir ve onun hakkında noksan tecvîz (mümkün görme) kemâl sebebi ve mesâlih-i âlem (âlem maslahâtı) ve adem-i betâlet-i cihandır. (Enfâl, 8/24) Ve onun yokluğuna cevaz verme, âlemin ibtâli manâsınadır.

“Yaşadığınız gibi ölürsünüz ve öldüğünüz gibi haşr olursunuz.”

 

FÎHİ MÂ FÎH (Tercüme : Ahmed Avni Konuk Hazırlayan : Dr. Selçuk Eraydın İZ Yayıncılık 8. Baskı 2009

Alıntılar:

“Malûm olduğu üzere ehlullah cevâmiu’l-kelimdir ( Birçok manâyı kendinde toplayandır).

“Namazın rûhu namazdan efdaldir.”

Nazım olarak tercüme: “Gözümde hayâlin, dilimde adın / Gönül gark-ı zikrin, bu mektûb kime?” Gark-ı zikr: zikirde gark olma.

“Eğer perde açılsa benim yakînim fazlalaşmaz.”

“Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dostlar edinmeyin.”

“Allah Teâlâ mü’minlerden nefislerini cihâda ve mallarını sadaka ve infaka sarfedenlere bi’l- mukâbele cennet i’tâsıyla müşterî oldu.”

“Sen kıymetce iki cihânın verâsındasın; ne yapayım kendi kadrini bilmiyorsun.”

“Kendini ucuz satma; zîrâ sen çok ağır bahâlısın.”

“İki rek’at namaz dünyâ ve mâfîhâdan (içindeki şeyden) hayırlıdır.”

“Nereye, hangi semte döner, yönelirseniz Allah’ın yüzü işte oradadır.”

“Siz ey insanlar hiç şüphesiz o hâlden bu hâle bineceksiniz. Öyleyse onlara ne oluyor ki îmân etmiyorlar.”

“Mü’min mü’minin aynasıdır.”

“Kalblerimiz perdelidir, dediler. Bilakis küfürleri sebebiyle Allah onlara la’net etti.”

“Allah onların kalbleri üstüne de, kulakları üstüne de mühür basmış, gözlerinin üzerine bir de perde çekmiştir.”

“Bu kalıp kaldırılıp kıyamet görünür olsa, benim yakînim ziyâde olmaz.”

“Eyvallah, her şey Hak’dandır; ve her şey Hakk’a nisbetle iyidir; velâkin bize nisbeten böyle değildir.”

“Namazsız îmân fayda verir; ve münâfıkların namazı gibi, îmansız namaz menfaat vermez.”

“Şu hâlde Hak nûrundan yanmağa sabr etmeyen ve ictihâd göstermeyen adam, adam değildir. İdrâk olunan her şey Hak değildir. Âdem odur ki, ictihâddan hâlî (boş) kalmayıp, bî-ârâm ve bî-karâr olarak Hakk’ın Celâl nûrunun etrâfını devr eyliye. Ve Hak odur ki, âdemi yakıp yok ede ve hiçbir akıl onu idrâk edemiye.”

Nazım olarak tercüme: “Gözümde hayâlin, dilimde adın / Gönül gark-ı zikrin; bu mektûb kime?” (gark-ı zikr: zikirde gark olma)

“Nebî (a.s.v.) Efendimiz “Gece uzundur, onu uykun ile kısaltma; ve gündüz aydınlıktır, onu günahlarınla karartma” buyurdular.

“Mevkıf-i itab’da Rabb’inin indinde hâzır olacağını bilip, O’ndan korkarak, nefsini hevâ ve şehevâtından nehy eden kimsenin menzil ve karargâhı cennettir.”

“Biz dünyada Allah içiniz ve biz âhirette de O’na dönücüleriz.” (Bakara, 2/156)

“İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onu görür, kim de zerre ağırlığınca şer yaparsa, onu görür.” (99/7-8)

“İman namazdan efdaldir. Zîrâ namaz beş vakitte ve halbuki imân daima farzdır.”

“İnsan büyük şeydir; onda herşey yazılmıştır. Zulumât perdeleri kendindeki o ilimleri, onu okumaya bırakmaz. Zulumât perdeleri, dünyanın bu türlü türlü meşguliyetleri ve tedbirleri ve arzularıdır.”

“Bütün âlem nûra gark olsa, gözde nûr olmadıkça, aslâ o nûru görmez.”

“Hz. İmâm-ı Ali (kerremallâhu vechehû) “Nefsini bilen Rabbini bilir” kelâmını o nefis için söyledi; ruh için söylemedi.”

“Hak Teâlâ buyurur ki; “Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dostlar edinmeyin.”

” Hak ve bâtılda çok yemin eden bî-mikdâr (değersiz) kimselere itaat etme.” (Kalem, 68/10)

“Takdîr-i İlâhî’yi bilmez, kul eder tedbîr / Meşhûr meseldir bu, tedbîri bozar takdîr”

“Allah kişi ile kalbi arasına girer” (Enfâl, 8/24)

“Baş odur ki onda bir sır ola. Yoksa bin baş bir pula değmez.”

“Allah ganîdir; siz ise fakirsiniz,muhtaçsınız.” (Muhammed, 47/38)

“Tasavvuf Bir Yöntemdir, Bir Bilgi Değildir”

 

Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç‘ın ANADOLU’nun RUHU (Tasavvuf Felsefe Siyaset Konuşmaları Tasavvuf Sohbetleri Dizisi 12, SUFİ KİTAP 1. Baskı Ocak 2011 Yayına Hazırlayan: Ercan Alkan) isimli Kitabın birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Evvel’e Yolculuk’un mütemmim bir cüzü olarak düşünülen Anadolu’nun Ruhu, Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç’la farklı zamanlarda, farklı kişiler tarafından çeşitli süreli yayınlar ve internet sayfaları için yapılmış olan söyleşilerin bir araya getirilip gözden geçirilmesi ile vücut buldu. Ana hatlarıyla ezoterizm, tasavvuf ve irfânî geleneğin yapısı, tarikatların günümüz dünyası ve Türkiyesi’ndeki serüveni, modernite-gelenek düalizmi, söyleşilerin yoğunlaştığı başlıca konular. Söyleşilerin bütününün yaslandığı ana çerçeveyi kabaca şu iki yaklaşıma hasredebiliriz: Ekberî-Sûfî yaklaşımla dinî ve maneviyatı yorumlamak, Guenonien perspektifle gelenek ve moderniteyi okumak.

Anadolu’nun Ruhu’nun başlıca konularından birisi olan Ezoterizm antik dönemden itibaren felsefenin ve filozofların temel uğraş alanıdır. Ezoterik düşünce, “İçteki ana ilkeleri bilmek sûretiyle dışta tezâhür eden oluşların sırlarını çözmek” ilkesinden hareketle her şeyi anlamlandırır. Söz konusu ilke burada bizi iki kavram çiftiyle buluşturur: Felsefe söz konusu olduğunda philosophia perennis, din söz konusu olduğunda ise religio perennis. Kılıç’ın benimsediği Guenonien perspektif, işte bu noktada bize kendisini gösterir. Şu halde buna göre philosophia (hikmet sevgisi), köken itibarıyla Antik Yunan’dan daha ötelere gitmektedir ve philosophia’nın öğretildiği merkezler ise inisiyasyona tâbi yapılar olarak karşımıza çıkmaktadır; aslında bu durum, gelenekselci düşünürlere göre Rönesans’la birlikte manipüle edilmiş bir hakikattir.