“İngiliz-Yahudî Terkîbinin Anlamı”

 

” Tarihte ilk defa yeryüzünün dörtbir yanında hayatı etkileyip belirleyen bir medeniyet olayıyla karşı karşıyayız; hattâ iç içeyiz demek daha yerinde olur.

Bu medeniyeti öz tabiatına uygun tarzda adlandırmamışlığımız, genelde dünya çapında, öncelikle de Türkiye’de ona ilişkin açık bir fikrimizin oluşmamasına yol açmaktadır. Kâh Batı, kâh Avrupa… zaman zaman da çağdaş diyoruz. Bunlardan Batı yön belirtir; Avrupa coğrafyaya; çağdaş ise tarihe ilişkin sözlerdir. Halbuki bizim burada gereksediğimiz, medeniyete alem (işaret) olacak deyimdir.

Tarihin önde gelen medeniyetlerinin yer almış olduğu vâsiî mekân Avrasya anakarasıdır. Afrika ile Amerika’nın tersine, Asya ile Avrupa coğrafî bakımdan birbirlerinden bağımsız kıtalarmış görünümünü sunmazlar. Birbirlerinden sadece sînelerinde teşekkül etmiş ve tarihe damgasını basmış medeniyetlerden türemiş beşerî ilişkiler yumağı ile zihniyetlerin derin farklılıklarından ötürü ayrılmışlardır.

“Kapitalizmi paranın bizatihi merkez oluşuyla izah edebiliriz”.

 

İSMET ÖZEL‘in 13 Zilhicce 1445 (19 Haziran 2024) tarihli ve MERKEZ VE MUHİT başlıklı yazısının (www.istiklalmarsidernegi.org.tr) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Kapitalizmi paranın merkezde oluşuyla değil, paranın bizatihi merkez oluşuyla izah edebiliriz. Modern çağla birlikte para Antik Çağda kavranılan tabiatın yerini aldı. (…) Sokrates öncesi filozofların en karanlık olanı Heraklit Tabiat gizlenmeği sever demişti. Tabiatın Antik Çağda yaptığı iddia edilen işi modern çağda para yapıyor: Kendini gizliyor. (…) Buna mukabil denetim altında tutulan ülkelerde kişi ve kurumların el koyduğu sermaye miktarı mahduttur. (…) Gelişmiş ülkelerde birikmiş sermayenin ulaştığı devasa miktar karşısında güdülen ülkelerde birikmiş yekûna sermaye dememiz bile mübalağa olacaktır. Öyle günlere geldik ki, birikmiş sermaye sözünü ettiğimiz gizlenmenin en netameli hususiyeti durumuna yükseldi.

Yirmi birinci Hıristiyan yüzyılında birikmiş sermayenin acelesi yoktur. Sermaye ne kadar çok biriktiyse işini o kadar toptan görür. (…) Şirketlerin bütçelerinin devlet bütçelerini geride bıraktıklarına yirminci yüzyılın sonlarında şahit olduk. Bugün yeni bir satın alma çağıdır. (…) Meselâ, dünün yoksul ülkesi Çin bugün Türkiye Cumhuriyetine elektronik malzeme satıyor. (…)

“Bugünden Tarihe Giderken Şerh Ve Haşiye”

 

“Tarih gözlerimizin önüne bütün bir sorumluluk manzarası sermektedir. Bir milletin hayatı, bir medeniyetin eserleri gelecek nesillerin sorumlu ellerine emânet ediliyor. Ecdâdının hatasından da sorumlu olan biziz. Tarihe bir kader gibi vâris olmak demek, geçen nesillerin, iyi ve kötü bütün hareketlerinin sorumluluğunu omuzlarına yüklemek demektir. Kendi mukadderatını kendi ellerine alamayan millet kaybolmağa mahkûmdur. Toprağın ve tarihin size yüklediği, maddede ve ruhta an’ane haline gelmiş binbir sorumluluk omuzlarınızda ağırlaşıyor. Bu sorumluluğu kendinizden başkalarının omuzuna yüklerseniz vatanı ve tarihi kaybedeceksiniz. An’ane bunun için bizimdir. (…) Hakîki vatandaş bir vatanın tarihiyle beraber bütün sorumluluğunu üzerine almak iradesini yaşatan insandır.”

Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye.

“(…) Son büyük Fusûs şarihlerinden Ahmed Avni Konuk’un telif tarzı ve tavrı bu konuda farklı bir örnek olarak zikredilebilir. Firavun’un imanı bahsinde hem kendisinden önceki şerhleri özetleyen hem de kendi görüşlerini zikreden müellif, bu konuda diğer şârihler Abdürrezzak Kâşânî, Dâvûd-ı Kayserî, Yakup Han ve Abdullah Bosnevî’ye muhalif görüşler serdeden meşhur Fusus şarihi Bâlî Efendi’nin fikirlerini maddeler olarak özetleyip uzun uzadıya cevaplamaktan, netice itibariyle reddetmekten geri durmaz. (dipnot: Ahmed Avni Konuk, Fusûsu’l Hikem Tercüme ve Şerhi, haz. Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın, İstanbul, İFAV Yay., 1992, IV, 148-56.) (…)”

Kör Nokta: Gazalî veya Onikinci Asır

“Bu düşünce ve yaklaşımlar arasında İslâm ilim ve kültürünün, Gazalî’nin felsefeye yönelttiği tenkitlerle irtibatlı olarak XII. asırdan sonra ilerlemeden uzaklaştığı, durağanlaşmağa /gerilemeğe / çokmeğe, özgünlüğü kalmadığı ve yeni şeyler üretmekten ziyade ezberciliğe, tekrara ve taklide düştüğü fikri güçlü bir etkiye ve yere sahip gözükmektedir. (…) Görüldüğü üzere XIX. yüzyılda dillendirilmeğe başlanan yetersizlik fikri, eşzamanlı bu yaklaşımla neredeyse otomatik olarak yedi asır geriye çekilmiş olmakta, neticede İslâm tarihinin yarısını, Müslüman Türklerin tarihinin, Selçuklu ve Osmanlı devirlerin nerede ise tamamını âdeta esâreti altına alan bir muhteva kazanmaktadır.

Etkileri hâlâ güçlü bir şekilde devam eden bu yaklaşım içinde muhtemelen ilk sorgulanması gereken şey sihirli ilerleme (terakki) fikridir. Modern Batı Avrupa düşüncesinde ilerleme fikri, bir taraftan dünyanın ve insanın yaratılışını açıklamak dahil olmak üzere felsefî bir istikâmete doğru akarken diğer yandan mevcut siyasî, sosyal ve kültürel durumu batı merkezli olarak tasnif etmek, derecelendirmek ve adlandırmak, yorumlamak iddiasındadır. Modern bilim anlayışı ve pozitivizmle paralellik arzeden felsefî yönü büyük ölçüde dinî ve geleneksel dünya tasavvurlarını geçmişte kalmış, köhne, hurafe ve değersiz addederken sömürgecilik hareketleriyle paralellik gösteren sosyal ve siyasî yönü batıdışı toplumları, medeniyetleri ve kültürleri geri, itibarsız ve geçersiz kılmaktadır. Terakki fikrinin İslâm dünyasına intikali ve yorumu ne kadar farklı olursa olsun bu iki hattın tortularını ve problemlerini çok katmanlı olarak taşıdığında şüphe yoktur.

Hemen hiçbir önem atfedilmeden veya küçümsenerek yapılan şerh ve haşiye vurgusu ilimlerin ve özellikle felsefenin gerilediğini ifade için başvurulan argümanlar arasında önsırada yer almaktadır. (…)”

Dâvûd el-Kayserî’ye Göre Keşf ve Müşâhede

 

Turan Koç‘un “İbn Arabî Geleneği ve Dâvûd el- Kayserî” kitabının (insan yayınları) DÂVÛD EL- KAYSERÎ’YE GÖRE KEŞF VE MÜŞÂHEDE başlıklı yine Turan Koç’un yazısından yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Çok iyi bilindiği üzere, Dâvûd el-Kayserî’nin izinde yürüdüğü İbn Arabî bir filozof değil, bir rü’yet ve hayâl adamıdır. O sık sık, aklın Allah, âlem ve ben (nefs) gibi konularda bir bilgi kaynağı olarak yetersiz kaldığını vurgular. Onun öğretileri temelde keşf, doğrudan doğruya tanıklık (şuhûd, müşahede) ve zevk‘e dayanır ve bu öğretileri salt aklın sınırları içinde kalarak doyurucu bir şekilde açıklamak mümkün değildir.”

“İbn Arabî’nin, tüm öğretilerinin belkemiğini oluşturan vücûd (varlık) öğretisi ve bununla çok sıkı bağlantısı bulunan epistemolojisi içinde hayâl son derece önemli ve öncelikli bir yere sahiptir. Hayâlin, İbn Arabî’nin vücûd ya da varlık öğretisi içindeki ontolojik statüsü iyice anlaşılmadan, onun varlık ve bilgi kuramı ile ilgili olarak yapılacak bir değerlendirme kesinlikle eksik kalacaktır. (…) Sûfîler, öğretilerinin birçoğunun formüllendirilmesini keşf ve zevk’e, yani dış duyularla aklın kavrayışının ötesinde bulunan gerçekliklere (hakâik) ilişkin doğrudan ve sezgisel kavrayışa dayandırırlar. (…) Doğrusu, varlık (vücûd) ya da varoluşun gerçek mahiyetinin ne olduğu, anlaşılması en güç, anlamı en kapalı ve neredeyse kavranamaz bir konudur. İbn Arabî ve Dâvûd- el-Kayserî gibi büyük sûfîlerin durduğu yerden bakıldığında, vahiy ve keşfin yardımı olmadan, insan bunun anlamına aslâ hakkıyla vâkıf olamaz. Zîrâ bizim kavrayabileceğimiz vücûd (varlık, varoluş) dışında hiçbir şey yoktur. (…) Kaldı ki sûfîler de Varlık’ın mahiyetinin ne olduğunu aklî araştırmaya dayanarak tasavvur ve tanımlama işinigenellikle kendilerinin değil, filozofların işi olarak görmüşlerdir. (…) Daha açık bir ifadeyle, Meşşâî filozoflardan farklı olarak mutasavvıflar, bilgilerini, akıl tarafından ve duyuların yardımıyla bağımsız bir biçimde te’yid ve tahkik edebilecek bilgiyle sınırlı tutmuyorlardı. Tersine onlar, vahiy ve sünnetin yanında keşf ve müşahedenin de bir bilgi ve kesinlik kaynağı olduğunu kabul ediyorlardı. (…) Bu bakımdan, onların epistemolojisi açısından, bilginin kaynağı ve değeri söz konusu olduğunda, önce vahiy, ardından mükâşefe ve son olarak da akıl, yani rasyonel yetinin geldiğini her zaman göz önünde bulundurmak durumundayız.

Burada üzerinde durulması gereken bir bşka husus da, İbn Arabî ve tâkipçilerine göre, gayb şehâdet âlemi diye iki temel âlemin bulunduğu gerçeğidir. ‘Şehâdet âlemi’ olarak adlandırılan görülür dünya baş gözü (basar) ile algılanırken, ‘gayb âlemi’ olarak adlandırılan görünmez âlem iç göz (basîret) ile idrâk edilir. ‘Mükâşefe’ ya da ‘müşâhede’ olarak adlandırılan manevî/dînî tecrübeler, ağırlıklı olarak gayb âlemine ilişkin gerçekliklerin tecrübe ve temâşâsına dayanır. (…)”

“İlim ma’lûma tâbidir”

 

Muhyiddin İbnu’l-Arabî‘nin (560/1165-638/1240) ünlü eserlerinde biri olan FUSÛSU’L-HİKEM’in Türkçe Tercüme ve Şerhi Ahmed Avni Konuk tarafından 1915-1928 milâdî / hıristiyan yılları arasında kaleme alınmıştır. Müellifi merhûm Ahmed Avni Konuk Bey’in el yazısıyla olan nüsha Konya Mevlânâ Müzesi Kütüphanesi’nde kayıtlı bulunmaktadır. Tamamı 28 defter olan bu müellif nüshasından, 4 cilt hâlinde neşre hazırlanan bu eserin ilk cildini tamamlamış bulunuyoruz. (…) A. Avni Bey Fusûsu’l-Hikem Şerhi‘nde usûl olarak her fassın başlığı altında, o fassta ele alınıp incelenen hikmeti açıklamış, sonra Fusûs‘tan bir iki cümleyi yazıp tercümesini vermiş, daha sonra da şerhini yapmıştır. (…)

“Bilinsin ki, ilâhî ilimde iki itibar vardır: Birisi, vahdet mertebesinde ve ilk taayyünde (belirmede) ulûhiyyet zâtının sıfatlar ve isimlerinin tümüne öz olarak ilmidir. Bu ilim kendi zâtına olan ilimden ibâret olduğundan, bu mertebede ilim, âlim, ‘ma’lûm’ arasında aslâ temeyyüz (farklılaşma) yoktur; cümlesi şey-i vâhiddir (bir şeydir). Ve bu ilim, ma’lûma tâbi’ olan türden değildir. Zîrâ kadîm zât ile beraber kadîmdir. İkincisi, vâhidiyyet mertebesine ve ikinci taayyüne (belirmeye) inmesinden sonra, kendisinde içkin olan bilcümle sıfatların ve isimlerin sûretleri, birbirinden mütemeyyiz (farklı) olarak ilâhî ilimde peydâ olduklarında, herbirinin zâtî gereği olan kabiliyet ve istidâtları ne işe gelişir. Ve bu kabiliyyet ve istidatlar gelişme sonrası, Hakk’ın ayrıntılı olarak ma’lûmu olurlar. İşte Hakk’ın bunlara ilişik olan ilmi onların bilinmelerinden sonra olduğundan ilim ma’lûma tâbidir denildikde sıfâtî ve esmâî ilim anlaşılmalıdır. İlmin ma’lûma tâbiliği hakkındaki Kur’ânî delil “Biz sizi imtihan ederiz, tâ ki sizden mücâhid olanları bilelim” (Muhammed, 47/31) kerîm âyetidir. Hakk’ın “Tâ ki biz bilelim” sözü aslâ te’vîl edilemez. Varlık birdir; bu çokluk görüntüsü O’nun esmâî sûretlerinin gölgeleridir. (…)”