İNSÂN-I KÂMİL’den alıntılar

 

Müellifi Abdülkerîm el- Cîlî, mütercimi Abdülaziz Mecdi Tolun olan, merhûm Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli (günümüzde Prof. Dr.) , Abdullah Kartal ekibince yayına hazırlanmış ve İZ Yayıncılık’tan çıkmış bu 266. kitabın 4. Baskısı 2015’de gerçekleşmiştir. Bu kitabın birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“İnsân-ı Kâmil hakikatiyle bütün varlığın bilgisini câmidir (toplayıcıdır) ve hakîkatlere ait bütün bilgiler bu mertebeden kaynaklanmaktadır. Şu halde, ilklerin ve sonrakilerin bilinmesinde Kâmil İnsan, mutlak anlamda Hz. Peygamber’in hakîkatinden ibâret olan birinci mertebenin bilinmesinin kendisinden sonra gelen ilâhî ve kevnî (kozmik) bütün mertebelerin ve o mertebelerde taayyün eden (beliren) varlıkların hakîkatinin de bilinmesi demektir. (…)

Sırf zât mertebesi’nden sıfatlar ve isimler mertebesine iniş ve ilk belirme

 

” ‘Allah’ ismi ile müsemmâ olan zât ahadiyyet mertebesinden vâhidiyyet mertebesine inmedikçe bu isim ile adlanmaz. Zîrâ ahadî zât hiçbir sıfât, nuût (na’tın çoğulu) ve esâmî (esmâ’ın çoğulu) ile mevsûf (vasıflanmış) ve men’ût (methedilmiş) ve müsemmâ (adlanmış) değildir. Sırf zât mertebesinden sıfatlar ve isimler mertebesine inerek taayyün-i evvel (ilk belirme) ile müteayyin (belirmiş) oldukda Allah câmî (toplayıcı) ismi ile adlanmış olur. Ve bu mertebe bilcümle ilâhî isimler sûretlerinin ilâhî ilimde peydâ olarak yekdiğerinden seçkin olduğu mertebedir. Ve bu mertebe mâdem ki bilcümle isimleri toplayıcıdır, şu halde ne kadar varlıkla ilgili işler ve yoklukla ilgili nisbetler varsa hepsini muhît (kuşatıcı) olur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Allah her şeyi kuşatıcıdır.” (Nisâ, 4/126)

“Allah semâlar ve arzın nûrudur.”(Nûr, 24/35)

 

Kâşânî başlığı oluşturan âyetin tefsîrinde şöyle demektedir: “Nûr kendi zâtıyla zâhir (görünür) ve eşya da (şeyler) kendisiyle zâhir olandır. Nûr ilâhî isimlerden, zuhûrunın şiddeti ve eşyânın kendisi ile zuhûr etmesi bakımından mutlak bir isimdir. (…) Allah varlığıyla bulunduğu ve zuhûruyla zâhir olduğu için, semâlar ve arzın nûrudur. Yâni ruhların semâlarını ve cesedlerin arzını ızhar edendir. Bu nûr “mutlak varlık”dır ki, mevcut varlıklardan vücut (varlık) bulan her şey O’nunla aydınlanıp varlık bulmuştur.” (dipnot: A. A.el-Kâşânî; Tefsîru’l-Kur’âni’l-Kerîm, c.ll, 139-140, (Beyrut 1968). Bu eser yayıncılar tarafından M.İbnü’l-Arabî’ye ait olarak gösterilmiş ise de Kâşânî’ye aittir. Bu tefsîr, Te’vîlât-ı Kâşâniyye adıyla Ali Rıza Doksanyedi tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiş ve M.Vehbi Güloğlu tarafından üç cilt hâlinde 1986-1988 yıllarında Ankara’da yayınlanmıştır.) İ. Hakkı Bursevî de aynı âyetin tefsîri husûsunda şunları söylemektedir: “… Allah Teâlâ’ya nûr denilmesi mecâzî değil, hakîkîdir. Burada Nûr Münevvir, yâni nurlandırıcı anlamındadır. Zîrâ Allah Teâlâ ma’dûm (yok) olan mâhiyetleri varlık nurlarıyla nurlandıran Nûr’dur. Onları adem (yokluk) gizliliğinden feyzi cûduyle (cömertlik feyziyle) zuhûra çıkarmıştır. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah halkı zulmette halk etmiştir. Sonra onların üzerine nûrundan serpmiştir.” Burada “halk etmek” takdîr ma’nâsındadır.’ Zîrâ takdîr îcâddan, yâni vücûdun(varlığın) ifâza edilmesinden (feyizlendirilmesinden/ bereketlendirilmesinden) kinâyedir (üstü örtülü söz). Mümkin zulmet ile vasıflanmıştır (zulmet: karanlık). Çünkü vücûdla (varlık’la) münevver (aydınlanmış) olur. Onun aydınlanması ise onu zuhûra çıkarmak demektir. (dipnot: İ.Hakkı Bursevî; Rûhu’l- Beyân, c.VI, 152-153) Yine İ.H.Bursevî şöyle demektedir: Allah Teâlâ ruhlar semâsının ve cesedlerin nûrudur. Zîrâ Hakk’ın nûru mutlak nurdur, hakîkatte bir yön ile kayıdlı değildir. Onun için cisimler, ruhlar, mülk, zâhir ve bâtın melekûtunu (sayılanların âlemini) kapsamıştır. Âfak (ufuklar) âlemindeki güneş ve ay anılan mutlak nûra misâl olmakla semâlar ve arza ışık göndermişler ve nûrla bütün yönleri doldurmuşlardır. (dipnot: İ.H. Bursevî; Rûhu’l-Mesnevî, c.I,79)

İsmet Özel’in “Üç Zor Mesele Teknik-Medeniyet- Yabancılaşma” kitabından alıntılamalar

 

Şu soru soruluyor “DOĞRUDAN KAVRAYIŞ VE SANAT” başlıklı yazının en başında: “Özellikleri ve insanın düşünce, duyuş dünyasındaki yeri, yankıları ne olursa olsun, sanat acaba bir Müslümanın kulluğu için gerekli, en azından ibadetlerini yerine getirmede fayda sağlayan bir faaliyet midir?” Yahut şöyle değiştirebiliriz soruyu: “Müslümanlar bütünüyle sanata ilgisiz kalsalar, herhangi bir şey kaybederler mi?”

Sanatın bugün karşımızdaki görüntüsü pek iç açıcı değil. Hele münkir ve müşriklerin sanat faaliyetleri üzerindeki yoğun etkileri hesaba katılınca manzara büsbütün sevimsizleşebilir. Bütün bozulma dönemlerinde olduğu gibi çağımızda da sanatın üzerinde insan heva ve heveslerinin kirli etiketi vardır. Sanat eserleri çoğunlukla hakikatten saptırılmış bir ruh durumunun cilâsını üzerlerinde taşırlar. Bunlar Müslüman olarak bizleri sanattan uzak durmaya sevkedebilir. Ama unutmamalı ki sanat, etiket ve cilâdan ibaret değildir. Çoğumuz ilk planda etikete gözümüz takılması yüzünden, sanatın üzerindeki cilânın hoşumuza gitmeyen (bir mü’minin küçümseyebildiği) parlaklığı yüzünden sanata uzaklık duyarız. Hattâ sanatın inanan bir insanı sağlıklı düşünceden uzak tutacağına, düşüncelerini bulandıracağına veya zevklerini azdıracağına dair bir endişe taşırız. Böyle endişelerimiz sanatın sadece kabuğuyla ilgilenecek isek yerindedir. Ama sanata karşı tutumumuzda görünüşü aşan bir derinlik elde edebilmişsek iş değişir. (…) Eğer biraz direnip sanat eserleri üzerindeki insan heveslerine mahsus etiketi kaldırmak, gösteriş için sanat eseri üzerine sürülmüş cilâyı kazımak gücünü gösterebilirsek, inanıyorum ki orada her insanı yüce zihin uğraklarına ulaştıracak işaretler bulacağız. (…)

Anadolu Tasavvuf Tarihine Notlar -II- Halvetî-Uşşâkîler

 

MAHMUD EROL KILIÇ‘ın bu kitabının ABDURRAHMAN SAMİ EFENDİ’NİN FARSÇA BİR ŞİİRİ (dipnot: Dîvân’ın en son ilmî neşri için bkz. Dr. Naciye Kaya, Abdurrahman Sami ve Dîvânı, H Yayınları, İstanbul 2016.) başlıklı yazısından sadece şiirin tercümesinden ibâret alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Şiirin Farsça aslı, okunuşu ve tercümesi meraklı dostlar için sunulmuş kitapta. Burada sadece şiirin tercümesine yer veriyorum: “Varoluşun alçak sarhoşluğu kapatır vuslat kapısın / Nasıl istersin bu yolla Hazretin nûr cemâlin Yemek, su, hava ve ateş, önünde seddir yârin haremin / Bu hediyyeler salar seni içine hayranlık dolu gurbet vadisin Eğer hicrânından dâim yanmadaysan Güzeller Güzelinin / Güzelliğinin yakıcı ışığı karşısında, heba et gitsin sana hediye edilmiş cismin Eğer gözden bir damla su akmıyorsa aşkına o dostun cemâlin / O zaman visâline nasıl yol bulabilirsin ki vahdet denizin Ey Güzeller Güzeli haykırdım aşkın feryadı ile ta dehlizlerinden kalbimin / Ne olur bu uzaklıktan kurtar vesilesi ile bir yakıcı visâline Bu vuslatın mehiri denilmiş feda olmaktır uğruna senin tatlı cânın / Sâmi, bu pazarda hiç kıymeti olmaz âh u figânın “