Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla; O’nun rahmeti ve selamı Hz.Muhammed ve ailesinin üzerine olsun!

 

SEVGİNİN SABİTLİĞİ MERTEBESİ el-Vedâd İlâhî İsmi

Dikkat edin! Vüdd sebat demek / Değişimin baskısı karşısında sebat

O’nu ve bizi bir makam birleştirir / Yüce yönlerde ortaya çıktığında

Öyle bir vadi ki aşiyanı yok / Çiçeklerin ve bitkilerin süslediği bir toprak

Onun çiçekleri çocuklar; onları görürsün oturmuşlar / Kürsüler üzerinde, kız çocukları

Korkuya kapıldıklarında sabah onlara eman verir / Onları korkutan tek şey gecelerdir

Bu zikrin sahibi Abdülvedûd diye isimlendirilir. Allah bu mertebe mensupları hakkında ‘Allah onları, onlar da Allah’ı sever’ (dipnot: el-Maide 5/54) Başka bir âyette ‘Bana uyun ki Allah da sizi sevsin’.(Âl-i İmrân, 3/31/ denilir. Sahih bir hadiste Hz.Peygamber şöyle buyurur: Allah kulunu sevdiğinde, onun kendisiyle duyduğu duyma gücü, görme gücü, eli ve ayağı olur.’

İslamın Mistik Boyutları

 

Annemarie Schimmel’in bu eseri ALFA yayınlarından ERGUN KOCABIYIK’ın çevirisi olarak Ocak 2018’de 1. Basımı yayınlanmış bir kitaptır. Bu yazı o kitabın birkaç yerinden yapacağm alıntılamalardan oluşacak.

İslâmın Mistik Boyutları’ nın birinci baskısından bir süre sonra Annemarie Schimmel bu dünyadan ayrıldı. Schimmel, sözcklerin kıyıdan fazla açılamadığı mistisizm deryasında yazı yazmanın neredeyse imkânsız olduğunu, hakikat yolunda yolculuğun konuşarak değil, “susarak” yapıldığını bilse de yaamını tasavvufu anlayıp anlatmaya adamış tm din ırmaklarının nihayetinde döküldükleri Esrâr Ummanına doğru küçük bir lisan sandalıyla yola koyulmuştu. Tasavvufun “kâl ilmi”, yani söze dayalı olmaktan çok “hâl ilmi”, yani yaşantıya dayalı bir alan olduğunu bilse de, onun üzerine düüşünmenin paradoksal bir şekilde yine de dil ile yapılacağının farkındaydı.bildiklerini kendine saklamak yerine binlerce sayfa yazarak başkalarıyla paylaştı. Kendi hakikatine âşık olanlardan birisiydi o da; kitaplarında sık sık alıntıladığı Mevlâna’ya ait beyitlerden birine başvuracak olursak, bu aşk bir zhirdir, ama bu zehirden daha hoş bir şerbet, bu zehrin yarattığı hastalıktan daha hoş bir sağlık olamaz. (Mesnevî, VI:599)

Fîh i Mâ Fîh Yetmişüçüncü Fasıldan alıntılar

 

“ (…) Yâ Rab, tezyîd et, tenkîs etme! Fakat bu ebedî ve ezelî ikbâl-ı a’zam erbâbının hâli başkadır. Bir kimse onlardan ber-hor-dâr olup hem- nişîn olabilir ve ünsiyyet eyliyebilir. O sâhib-i ikbâl-i a’zâm ise, onların lisanları söylemeksizin efsânelerini işitir ve onların bâtınlarındaki maânî-i amîka ve dakika harfsiz olarak o büyük ikbâl sahibi ise, onların lisanları söylemeksizin efsânelerini işitir ve onların bâtınlarındaki maânî-i amîka ve dakika harfsiz olarak o ikbâl sâhibinin gûş-i hûşuna vâsıl olur. Zîrâ onsekizbin âlemin pâdişâhının bu bendegân-ı hâs ile ilk oynadığı oyun ve el öpmek resminin icrâsından evvel ma’nâ olarak “Allah’ı ârif olanın lisânı kelîl(zayıf) olur” ölçütünce, onları bî-zebân kılması idi. Bu ise şaşırtıcı değildir. Zîrâ âlem resmi budur. Çünkü anlamın kuvvetlendiği her yerde sûret zayıf olur. (…) Kabuk, için bekçisi olduğundan galîz ve katıdır. Zîrâ sabah yaklaşınca korku azalır ve bekçiler evlerine giderler. Ve onlar bu ifade ile / hiç söz söylemezler, demeyi murâd etmiyorum; ancak nefislerinde söylemezler ; ve yalnız işkâlâtın (güçlüklerin) cevabını verirler ve katlarında hallolunmuş olan şeyi hallederler; ve başka şeyden dem vurmazlar. Meselâ bir baba, sözü, küçük çocuğa göre söyler. (…) İşte çocukların beşîr ve nezîri bundan ibaret olabilir.

Bu onsekiz bin âlem içinde bu tâifeden daha garîb hiçbir kimse yoktur; ve Mustafâ (s.a.v.) Efendimiz’in garibliği, bundan idi ve kezâlik onun yetimliği bu tür yetimlikten idi; Abdülmuttalib’in vefatıyla değildi; ve Mekke’den Medine’ye hicret etmesiyle garîb olmadı, belki onun garibliği hem-şehrî ve hem-zebân bulmaması idi. Şu halde o garîblerin hiçbirisi hakkında garîb-nevazlığa tama’ etmemek lâzımdır. Belki onların, bütün garîbân-ı âlemin fevkınde bir nâz mahalli olup “Biz ulvî âlemin garîbiyiz; siz ise âleme mensûbsunuz” derler. Eğer Farsça söyleseler Farsça söyleyenler anlamaz; ve eğer Arab evlâdından olup, arabça tekellüm etseler, sâir arablar anlamaz. Yalnız vâhim potansiyelde tasavvur olunan anlamın zâhirini fehm eylerler; fakat garazları (kasd ettikleri) bilinmez. Zîra manâyı anlamak başka, kasdı anlamak başkadır. (…) Nihayet bir gün padişah av avlamış, pek mesrûr olmuştu. Fırsat buldular. Zîrâ seyyid-i kâinat ve şem’i arz u semâvât Efendimiz “merhamet zamanında duâyı ganîmet biliniz” hadîs-i şerîfinde münacât vaktinden nişan vermiştir. (…) Oysa bizim kasdımız lisânen söylediğimiz ve halkın anladığı bu kabahat değildir. Kasdımızı bir biz biliriz, bir de o bendemiz bilir. (…) söz ve sözün anlamı kasdımıza perde olmak için, mesela bir bendemizi gizli hizmet ile gönderir ve zâhiren ona başka emirler veririz. Şimdi… O şairin şiiri, diğer melikler ve selâtin üzerine üstün tutulmak ve meleğe ve feleğe teşbîh eylemek suretleriyle, bizim tazim ve tefhımimize dâir olan bir şeydir; fakat o şâirin kasdı, hi’at ve libâs ve maâş ve yakınlıktır. İşte ben o kasdı anladım ve kabul ettim. Sana da verelim, gönlünü hoş tut, diye başımı salladım.

Kur’ân’ı çok tefsir etmişlerdir. Ancak az kimseler, Kur’an’ ın kasdını tefsir eylemişlerdir. Cenâb-ı Mustafa (s.a.v.)’in imânı ve onun kasdı gizlidir. Peygamber’in amelini tefsir/ hani? “Onların Rableri katında ecirleri, mükâfatları vardır.” Herkes kendi vehminde tasavvur olunan ecri tefsîr etmiştir. Mustafa’yla ilgili ecir kasdı nerede? Bütün âlem şiirler okurlar, ‘can’ ve ‘dost’ derler ve âşıklardır. Ancak her bir âşığın şerefi, ma’şûkunun şerefi kadar olur. Tercüme: İnsanların aksâmı türlü türlü âşıkdırlar. Onların eşrefi (en şereflisi), ma’şuku kendsine ziyâde meşakkat verendir.

FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE 18. Cild’in 560. Bölüm’ünden alıntılar

 

Allah tavsiye etmiş peygamberleri de / Onlara uymak amellerin en iyisi

Tavsiye olmasaydı âlem kör (veya Amâ’da) kalırdı / Mülk tavsiyeyle döner durur

Ona göre amel et, tavsiyede söylenen yolu ihmal etme / tavsiye Allah’ın ezeldeki hükmü

O’nun tavsiyesi üzere bir kavmi zikrettim / Benim için tavsiyede yeni bir durum yok

Allah tavsiye etmiş peygamberleri de / O’nun tavsiyesi üzere bir kavmi zikrettim / yeni bir durum yok

Söylediklerinden veya sülûkteki hükümlerinden başka bir şey olmadı Sülûk hakkındaki hükümleri en doğru yoldur

Ahmed’in getirdiği hidâyet dinin bütünü ve kendisi / Mustafa’nın dini en nurlu din

Göz kapanmadı, aksine tam gücünü verdi ona / Bakıştaki sapmayı doğrulttu / Sırrın ile ondan al, onun merkezlerinden / Ay’a yükselerek, oradan Zuhal’e geçerek / Sabit yıldızlara yerleş ; onların sahalarına inme / Koç burcundan yüce derecelere ulaş / Oradan ayakların konulduğu Kürsü’ye, oradan Kuşatıcı Arş’a, oradan şekillere ve benzerlere /

Nezih nefse ve tabiata Arazlar ve illetlerle sınırlanmış akla Amâ’ya ve üzerindeki nefse Oradan ezelle nitelenmiş menzile Dağ üzerine yerleşmiş dağa bak ! Onu görmüş, sürekli ve daimi olarak Aşağıdaki ulvilik olmasaydı süfli kısımda talep etmezdik Yüzlerimizi aşağı çevirerek secde halinde Bu nedenle Allah bize secdeyi farz kıldı Hakkı ulvilikte ve süflilikte görürüz Bizim tavsiyemiz budur, iyi düşünürsen ! O bir çözüm, hem de en güzel çözüm Her şeyi suretinde görürsün onunla Kendi hakikatinde neyse öyle En yüce manzarayı görürsün Senden başka tecelligahı yoktur, sürekli öyle Seni onun pınarına davet ederse İcabet etme, korku üzere kal! Bizde çocuğu olduğu için ben bir dişiyim Allah’a hamdolsun! Âlemde erkek diye bir şey yok Örfün erkek diye belirledikleri Onlar da dişi; onlar nefsim, emelim

Tavsiyelerden ilki şudur. Allah herkese yapılması gerekli genel tavsiye hakkında şöyle der: “Allah Nuh’a tavsiye ettiklerini ve sana vahyettiklerimizi sizin için dinden şeriat kıldık; ayrıca İbrahim’e ve Musa’ya tavsiye ettiklerini. (Bu tavsiye şudur): “Dini doğru uygulayın, “tefrikaya düşmeyin.” (eş-Şûra 42/13). Ayette dinin doğru uygulanmasını emrederken burada kasdedilen her devir ve milletlerdeki “vaktin şeriatıdır”. O şeriatta bir araya gelmek ve onun hakkında tefrikaya düşmemek lâzımdır. Allah’ın eli cemaatle beraberdir ve kurt ancak sürüden ayrılan koyunu yer. Bu koyun sürüden uzaklaşmış ve sürünün üzerinde bulunduğu (birlik)ten ayrılmış olandır. Bundaki hikmet Allah’ın güzel isimleri (esmâ-i hüsnâ) bakımından ilaholarak bilinebileceğidir; güzel isimlerinden mücerred (soyut) iken ‘ilah’ olarak bilinemez. Bu itibarla zatında tevhid, yani birliğin, isimlerinde de çokluğun bulunması gerekir. Allah zatı ve isimleriyle birlikte İlahtır ve bu anlamıyla O’nun eli -ki kudret demektir- cemaatle beraberdir.

Bu hikmetli ölüm vaktinde toplu bir şekilde yanında bulunan evlâdına tavsiyede bulunurken şöyle demiştir: ‘bana iki sopa getirin!’ Sopaları getirdiklerinde ‘bunları kırın’ demiş. Sopalar topluyken onları kıramamışlar. Ardından iki sopayı ayırmış ve bu kez ‘tek tek kırın’ dediğinde, çocuklar sopaları kırabilmiş! Baba onlara şöyle demiş: ’İşte benden sonra durumunuz bu sopalara benzer. Bir iken asla yenilmezsiniz; parçalanırsanız düşmanlarınız size galip gelir’.

“Nurettin Topçu Biyografisi ile Yazıları, Fikriyatı ve Mücadelesi Arasında Birkaç İrtibat Notu”

 

Prof. Dr. İsmail Kara’nın bu başlık altında çıkan yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Nurettin Topçu Hoca (İstanbul 20 Kasım 1909- 10 Temmuz 1975) kendi hayatı, tecrübeleri ve hatıraları hakkında çok çok az yazan ve konuşan müellif ve mütefekkirlerden biridir. Bu sebeple yakınında bulunan talebelerinin ona dair kendisinden işitip kaydettikleri de az olmakla beraber biyografisinin inşa edilmesi için çok kıymetli. Yine de ailesinden, resmî kayıtlardan, kendisinin bir şekilde zikrettiklerinden, daha da önemlisizikrettiklerinden, dolaylı veya ikincil kaynaklardan ve daha da önemlisi yazılarının kronolojisinden / kronolojik işaretlerinden yola çıkılarak hâl tercümesi ile fikriyatı ve mücadelesi arasında bazı mühim irtibatlar kurulabilir. Bu sınırlı yazıda, bir miktar ve gevşek bir kronoloji izleyerek denemeye çalışacağım.

Onun Erzurumlu bir baba ve Eğin’li bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş olması şahsiyeti ve hayata karşı tavır alışı, duruşu itibariyle anlam yüklenebilecek evsafta gözüküyor. Muhtemeldir ki onurlu, tavizsiz yılmaz, mütehammil ve mücadeleci, “hiçbir ithamdan çekinmeyerek” fikirlerini serdeden, eğilmeyen kişiliği daha ziyade Erzurumluluktan; mahviyetkârlığı, alçakgönüllülüğü, münzeviliği, titizliği, sadeliği ve sessizliği de herhalde Eğinli tarafından geliyor denebilir. Bu satırların yazarına göre Mehmet Âkif’in baba tarafından Arnavut, anne tarafından Buhara asıllı bir aileye mensup olması da ilk bakışta birbirine zıt gibi gözüken, aslında birbirini tamamlayan genetik hususiyetler olarak benzer bir şahsiyet ortaya çıkarmıştır.

Nurettin Topçu’nun şahsiyetine, ahlâkına meftun olduğu Âkif için çizdiği “büyük adam” portresine dair fırça darbeleri bu hususiyetlere birbirinden ayrılmaz müsbet vasıflar olarak atıfta bulunuyor ve elbette bir miktar da kendisinin peşinde olduğu ve taşıdığı evsafı işaretliyor : “Büyük adam eseriyle hayatını birleştiren adamdır. Biz onda şu vasıfı arıyoruz: önce bütün ömründe aynı kanaatın, aynı imanın sahibi olan adamdır. Devirlere, zaruretlere, cemiyetlere göre değişmez, muhitine uymaz, muhiti kendine uydurur; uyduramazsa çarpışır. Cemiyetten daha kuvvetlidir; cemiyeti sürükleyicidir. (…)

Büyük adamların başka bir vasfı da münzevi oluşlarıdır. Onlar kalabalığın içinde yalnız yaşarlar. Şehirlerin insan yığını, onlar için hoşça seyredilen bir manzaradır. İç hayatlarında yalnızdırlar. (…)

Üçüncü bir vasıf olarak büyük adamların devlet ve ikbal mevkilerinden uzak durduklarını görüyoruz. Talih ve kader onları bu mevkilere getirmiş olsa bile, onların ahlâk sanatı, bu mevkilerde kendilerini küçültmeyi, alçalmasını bilmek sanatı oluyor. (…)

Hoca’nın İkinci Meşrutiyet’in ilanından bir yıl sonra yani Türkiye’nin, Cumhuriyet’in ilanından önce yaşadığı son büyük değişim ve dalgalanma dönemi diyebileceğimiz bir hengâmede İstanbul’da dünyaya gelmesi onun hayat tecrübesini ve fikir dünyasını etkileyen bir diğer maddî-kültürel sebeptir. 1950’li yıllara kadar bugün Fatih Belediyesi sınırları içindeki Suriçi İstanbul’u ile onun dışındaki bazı “İstanbul” semtleri arasında her bakımdan büyük farklılıklar vardı. Diyelim ki Beykoz. Alibeyköy, Mecidiyeköy, Sarıyer, Çekmece, Tuzla… İstanbul’a uzak semt istanbul’unda yaşananlardan haberdarlık seviyeleri yakın taşra kadar azdı. Üsküdar, Eyüp, Kadıköy, Galata, Beşiktaş gibi daha yakın kolay semtler istisna edilirse siyasi hadiselerden haberdarlık, eğitim ve kültür meseleleri, matbuatı takip açısından da durum çok farklı idi.

Suriçi’nde, tarihi bir semt olan Süleymaniye Mahallesi’nden bunca sene sonra ailesiyle daha merkezdeki tarihî bir semte,Çemberlitaş’a taşındılar. Topçu çocukluk ve ilk talebelik yıllarında Balkan savaşlarının olduğu döneme şahitlik etti.

üncü