idrak Posts

“Tasavvuf Geleneğinin Varlık Düşüncesi”

 

“İslâm Düşüncesi ve Çağdaş Sorunlar” çerçevesinde CİNS adlı aylık kültür-sanat-edebiyat içerikli dergide yazıları çıkan Prof. Dr. Ömer Türker‘in bu ayki yazısının başlığını bu yazıya da başlık olarak alıntıladım. Zâten bu yazı da o geniş yazının bazı yerlerinden yapılan alıntılamalardan oluşacak.

Sûfîlerin nazarî tefekkürleri, esas itibariyle Allah ve insan ilişkisi üzerine yoğunlaşır. Bu bağlamda onların varlık tefekkürü de bir yönüyle marifetullahı (Allah’ı bilmeyi), diğer yönüyle merifetünnefsi (insanı bilmeyi) hedefler. Kelâm geleneğinde Allah-insan ilişkisi, insanın âlemin bir parçası olduğu kabulünden hareketle kuruluyordu. Bu sebeple kelâmcılar kadîm-hâdis karşıtlığını tefekkürün merkezine yerleştirmişler ve Allah’a ilişkin olumlu bilgiyi mümkün kılan benzerliği, söz konusu karşıtlığın bir altkümesi olarak değerlendirmişlerdir. Diğer deyişle, kelâmcılar ‘tenzih’i merkeze almışlar, ‘teşbih’i tenzihin bir altkümesi olarak değerlendirmişlerdir. Dolayısıyla kelâm geleneğinde benzerlik, farklılıktan türetilmiştir. Sûfîler ise özellikle Gazzâlî öncesi dönemde ehlisünnet kelâmının temel kabulleriyle uyumlu olmaya özen gösterseler de Allah-insan ilişkisinde benzerliği merkeze alıp farklılığı benzerlikten türetmişlerdir. (…) Pekâlâ, sûfîlerin temel kavramı nedir?

Birûnî(ö.453/1061), tasavvuf kelimesinin kökenine ilişkin bir tartışmasında bu kelimenin Yunancada hikmet anlamına gelen ‘sofia’ kelimesinden geldiğini, zira İslam ümmetinin varlık hakkında konuşan filozoflarının, sûfiler olduğunu söyler. (…) Değerlendirmenin önemli yanı, sûfîlerin tefekkürünün merkezî kavramına işaret ediyor olmasıdır. (…)
Bu bakımdan mutasavvıfların eserlerinde insanın hâllerine ilişkin tahlillerin aynı zamanda Allah’ın sıfatlarına ve Allah-âlem ilişkisine dair tahliller olduğu görülür. Onlar için temel sorun, hangi insânî durumun Allah hakkında ne türden bir bilgiyi doğuracağıdır.

(…) Allah hakkındaki bilgi, genel olarak insanın değil, ‘kulluk’ yapan insanın kendisi hakkındaki idrakinden türetilir. Haşyet, teslimiyet, sadâkat, üns, heybet, rıza gibi insanî durumlar, Allah’ın kendi mahremini kula açmasının anahtarı hâline getirilmiştir. (…) Kul âcizliğini idrak ettiğinde Allah’ın kudretini;fakirliğini veya muhtaçlığını idrak ettiğinde Allah’ın müstağniliğini kavrar. (…) Sûfîler Hakk’a ilişkin marifete ulaştıran bütün hâller ile lütfedilen marifetin ortaya çıkardığı hâlleri dakik bir şekilde ayrıştırmıştır. (…) Bu bağlamda kulluk, insan hayatının türlü cihetlerinde muhtaçlığın muhtelif tezahürlerini yaşamak ve idrak etmek anlamına gelir.

Geçmişin anlamıyla irtibatı gerçek bir insan, Derviş Kanunî Cüneyd Kosal bu dünyadan göçtü

 

Gökhan Özcan‘ın yazısıyla haberdâr oldum bu ölümden. İtiraf edeyim, yakından tanımıyordum kendisini ve dolayısıyla sıkı bir şekilde izlemedim faaliyetlerini. Belki çok kimse de benim durumumdadır. Maalesef hâlimiz bu. Allah rahmet ve mağfiret eylesin; şuuru ve idrâkiyle yapıp ettikleri, Gökhan Özcan’ın deyişiyle “geçmişle can bağı olan” bu insanın ebedî hayatı için yararlı olur inşâAllah. Bu yazıdan alıntılar sunacağım ama baştan belirteyim, yazarın beni en çok etkileyen ve düşündürücü bulduğum tesbiti (bold karakterde yazarak belirtmiş olduğum) şu cümlesinde: “(…) Dolayısıyla geçmişle gerçekten irtibatlı olanların toplumun ekseriyetiyle irtibatı hep sınırlı kaldı.”

Dert var dert var !..

 

Derdin türü çok. Mahmud Erol Kılıç, “Dert bire indirildiğinde birçok derdin dert olmadığı görülecektir.” diyor “Hayatın Satır Araları / Modern Zamanda Kendini Bulmak” adlı kitabında (Sufi Kitap, 4. Baskı, İstanbul, 2013).

İnsana mahsus zorlu ve büyük imtihan: Hakikate sadakat

 

Başlıktaki sözü Gökhan Özcan’ın “Nefes darlığı” başlıklı yazısındaki (Yeni Şafak, 09.02.2017) bir cümleden çıkardım. O cümleyi ve onun tamamlayıcısı olanı hemen aktarayım:

“Yaratılmışlar içinde sadece insan hakikate sadakatinden imtihan ediliyor. İnsan olmanın sadece zorluğu değil, başkalığı da tam burada gizli…”

Sadreddin Konevî hazretlerinden sözler

 

13. yüzyılda yaşamış (d.1210-v.1274), tasavvuf düşüncesine kazandırdığı boyutlar ve kendisinden sonraya etkileriyle çok önemli bir sûfî-düşünür olarak bilinen, çocukluğundan itibaren İbnü’l-Arabî’nin tasavvuf terbiyesi altında yetişmiş Sadreddin Konevî hazretlerinin İlahi Nefhalar adıyla dilimize çevrilmiş eserinden (Çeviren: Ekrem Demirli, Kapı Yayınları, 1. Basım: Mayıs 2015, ISBN: 978-605-5147-10-5) bazı sözler aktaracağım.