îman Posts

Muhyiddin İbn Arabî’den Tavsiyeler

 

Büyük sûfî düşünür M. İbn Arabî‘nin (1165-1240) en ünlü iki eserinden biri olan Fütûhât-ı Mekkiyye adlı şâheseri (diğeri Fusûsu’l-Hikem) dilimize Ekrem Demirli tarafından 18 cilt olarak çevrilmiştir (Litera Yayıncılık). Bu eserin 18. (son) cildinden Tavsiye başlığı altında yer alan bölümlerden, Şeyhü’l-Ekber (En büyük Şeyh) ünvanlı müellifin bazı sözlerini aktaracağım.

Müslüman olmanı sağlayan cümleyi ısrarla söylemelisin. O cümle ‘Allahtan başka ilah yoktur (La-ilahe illallah)’ cümlesidir. (…) Bilmelisin ki bu cümle tevhid kelimesidir. (…) Hz. Peygamber’in şöyle söylediğinde tereddüt yoktur: ‘Ben ve önceki peygamberlerin söylediği en üstün söz ‘La ilahe İllallah (Allah’tan başka ilah yoktur)’ ifadesidir. (…) Dostum! İnsanların geneli nezdinde sabit olan zikri yapman gerekir. (…) Her insan -yolunu bilmese bile- kurtuluşu arar. ‘La ilahe’ diyerek bir şeyi olumsuzlayan, olumsuzladığının varlığını ‘illallah’ diyerek olumlar. (…) ‘La ilahe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur)’ diyenlere karşı düşmanlık beslemekten uzak durmalısın! (…) Onlar hata etseler ve hatta yeryüzünü hatayla doldursalar bile, Allah’ın dostlarıdır. Onlar Allah’a ortak koşmazlar. Ne kadar hata yapsalar da, Allah o hatalar mislince mağfiretle kendilerini karşılar. Kimin Allah ile dostluğu sabit ise onunla savaşmak haramdır. (…) (s. 187-188-189)

“Dışarıdaki bahar”, “Yalnız ölüm”, “Virüsün getirdiği değişim ve İslam”

 

Bugün çıkmış, başlıkları bu yazının başlığını teşkil eden, hepsi de Yeni Şafak’tan, üç yazıdan alıntılar oluşturuyor bu yazıyı.

İlk yazı Gökhan Özcan’ın “Dışarıdaki bahar” başlıklı yazısı (Yeni Şafak, 9 Nisan 2020). Bu yazının birkaç yerinden alıntılar:
” ‘Sanki kendi hayatımızın seyircisi olmuş gibiyiz’ dedi beyaz saçlı adam, ‘her şeyin dışarıdan akıp gitmesini seyrediyoruz çaresizce pencerelerden. Bizi içine almadan, hiç umursamadan, sanki hayatın bize hiç ihtiyacı yokmuş gibi…’ (…) Tabiatın, bizim hikayemizden farklı akan bir hikayesi var, bunu hep unutuyoruz. (…) Bizi evlerimizde tutsak kılan her neyse; adına ister virüs diyelim, ister salgın diyelim ya da başka bir şey diyelim, korkusu, kaygısı, endişesi sadece bizi tutuyor belli ki onun. Sanki son zamanlarda yanı başımızdan akıp giden hayatın, kendi güzellikleri içinde gelip geçen mevsimlerin, kendi ilahi devranını muntazaman sürdüren tabiatın biz nasıl hiç farkında olmamışsak, tabiat da bugün yaşadığımız kâbusları hiç umursamadan kendi hikayesi içinde akmaya devam ediyor bugün. (…) Sabahattin Ali, Sinop Cezaevi’nde geçen günlerini anlattığı ‘Duvar’ isimli öyküsünde mahpusluğunu şöyle ifade ediyor: ‘Benim kaldığım hapishanede her şey, her ses, hürriyeti gözlerin önüne kadar getirmek, sonra birdenbire çekip götürmek için yapılmış gibiydi. (…)’ Mutlaka yapmamız gereken ne kadar çok şey vardı değil mi? Mutlaka yetişmemiz gereken ne çok iş, ne çok randevu? (…) Ne çok şey vardı bizi bekleyen? Şimdi bir şey oldu, bozuldu zorunlu meşguliyetlerle kurduğumuz bütün bu planlar… Anladık ki, çoğu aslında olmazsa olmaz değilmiş, mutlaka içinde olmak gibi bir zorunluluğu yokmuş hiçbirinin. Ve fark ettik ki, vaktimizin koca koca parçalarını kurtarabilirmişiz aslında bütün bu meşguliyet döngüsünün elinden. Ve gördük ki, hayat aslında başka yerdeymiş daha çok! Gördük mü gerçekten? Gördük mü en azından bir kısmımız? ”
https://www.yenisafak.com/yazarlar/gokhanozcan/disaridaki-bahar-2054792

“Evet mesele o bir tek adımı atmakta…”

 

“Kafamızın içindeki dünya ile yaşadığımız dünyanın arası giderek açılıyor. Bu kendi başına yeterince kötü bir şey… Ama bundan daha da kötüsü var; biz bu iki dünya arasında açılan uçurumlara gözlerimizi kapatıyoruz.

“Yitirilmiş Hikmeti Ararken” adlı kitaptan (müellifi: İlhan Kutluer) bazı sözler/ifadeler (5)

 

“(…) Bizce modern insana unutturulan en önemli sorular, teleolojik bilgiyle yani gaye bilgisiyle alâkalı sorulardır.
Bu, modern dünya, insanı metafizik duyarlıktan koparmak üzerine tasarımlandığı için böyledir. Varoluşunun anlamı üzerinde araştırma yapma cesareti bulabilen modernler ise eğer kalplerinde kuvve halinde bulunan ‘îmân’ etme eylemini fiilî hale getirme fırsatını elde edememişlerse, nasiplerine düşen, modern fantezi dünyasının uçurumlarında çılgın ve sonsuz bir düşüşün mazohistik hazzını yaşamaktan ibarettir.

Mahmud Erol Kılıç’ın “Fütüvvet Peygamberi” başlıklı yazısından alıntılar

 

(…) Bir gün bir genç (Fetâ) gelir Hz. Peygamber’in huzuruna ve arkadaşlarının yanında ona, “İslam nedir?” diye sorar. Sonra “İman nedir?” diye sorar ve son olarak da “İhsan nedir?” diye sorar ve gider. Adeta cevaplarla çok ilgilenmez gibidir.