İsmail Kara Posts

“İsyan ahlâkı”

 

İsmail Kara‘nın “Zafer Değil Sefer” adlı Dergâh yayınlarından çıkmış kitabındaki (1. Baskı: Kasım 2018- 2.Baskı: Aralık 2018) “Hem Ahlâk Çağrısı Hem De İsyân! Nurettin Topçu’yu vefatından 40 Yıl Sonra Anarken” başlıklı yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalardan ibâret olacak bu yazı. Yazının başlığını da, merhûm Nurettin Topçu’nun “İsyan Ahlâkı” fikrini ilk defa Sorbon’da, 1934 yılında tamamladığı doktora tezinde savunmuş olduğu için, böyle belirledim.

“Hiçbir şey bilmediğimizi bilecek kadar çok bilgi, derin bilgi, ilâhî bilgi mi elde etmek istiyorsunuz? Her şeyi ve bütün varlığı sevmeyi öğreniniz. Bu ulvi sevginin şartı her an bir vazifenin emri altında bulunduğunu bilmek, her an kendinden bir fedakârlık beklendiğini göze almak, her gün yeni bir hizmete hazır olmaktır. (…)” (s.208)

Bu ilk üç cümlesini alıntıladığım, kendisi de alıntılardan oluşan bölüm, merhûm Nurettin Topçu’nun(1909-1975) “Türkiye’nin Maarif Davası” adlı kitabı içinde yer alan ve 1960-1961 İstanbul Erkek Lisesi Yıllığı yazısından cümleler içeriyor. (aynı s. dipnot bilgisi)

Modern dünya hem düşünce atmosferi hem de pratikleri, dayatmaları, yaşama tercihleri ve gelecek kurguları itibariyle insanı, insanlık ailesini, insanlığımızı iki uç noktaya doğru sürdü, sürükledi dense yeridir: Biri bireycilik ve bunun beslediği anarşizm, insanın tek başına kendine yeterliliği, maddî ve manevî manâda ‘üst/üstün/yüce’ tanımamak ve başına buyrukluk. (…). Diğeri cemiyetçilik/cemaatçılık/partizanlık ve bunun telkin ettiği sorgusuz sualsiz itaat, uysallık, vurdumduymazlık, konformizm, uyaroğlu olmak. (…) (s.208-209)

Önemli bir yazıdan alıntılar

 

İsmail Kara‘nın Dergâh dergisinde (S.373, Mart 2021) çıkan “O abdesti kanla almak…” başlıklı yazısından şu cümleler:

(…) XIX. ve XX. yüzyılda önce “İslâm ve Bilim” konferansıyla-metniyle, sonra da İbn Rüşd çalışması üzerinden Müslüman aydınları ziyadesiyle etkilemiş olan meşhur Ernest Renan’ın aynı zamanda arkeologluk da yaptığını ve Lübnan’daki kazılarda topladığı tarihî eserleri Fransa’ya gönderdiğini (kaçırdığını) bilir misiniz? (…) İstidatlı genç arkeolog Massignon’un eline tesadüfen geçen parçalardan birinde bir yazı hakkedilmiştir. Ne ola ki bu!? Kısmetini arar gibi yahut fal bakarcasına dikkat kesiliyor. Siliyor, fırça ile, gömleğinin yeniyle temizliyor ve heyecanla hecelemeye, okumaya çalışıyor. Arapçası daha iyi olanlara, sahadaki hocalarına da soruyor… Issız dağbaşında bir sada, zifiri karanlıkta bir ışık hüzmesi gibi fakat peş peşe gelen mütereddit tarrâkalar hâlinde tecelli ediyor…

İbare meâlen şöyle: ‘İnsanı bir rekât namaz (bile) Allah’a ulaştırır, yeter ki abdesti kanla alınmış olsun…’ (Benim yıllarca önce okuduğum o meçhul yerde Arapça ibaresi yoktu, olsaydı bu müessir ibareyi herhâlde hemen kaydeder ve mutlaka ezberlerdim). (…) Kâmil Akdik merhumun sülüs istifiyle Arapça bir ibareydi ilk sayfaya yapıştırdığım: ‘Rek‘atâni fi’l-ışk lâyasıhhu vudûuhumâ illâ bi’d-dem’. Aşk (yolun)da iki rekât(lık namaz), abdestleri kan dışında bir şeyle asla sahih olmaz. Muhtemelen daha iyi tercümesi şöyle olmalı: ‘Abdesti kan dışında bir şeyle asla sahih olmayacak aşk (yolun)da iki rekât namaz’. Beni bir tarafıyla hayli zaman öncesine, bir yönüyle de bu yazıyı yazma kararına götüren hat, ibare bu… (…)

İsmail Kara: “Travma ile baş etmedik, travmaya alıştık.”

 

SERBESTİYET adına Gülsüm Ekinci 1 Mart 2021 günü İsmail Kara ile bir röportaj (https://serbestiyet.com/haberler/ismail-kara-hepimizin-kaybettiği- bir-yerde- islamcılar-sinandı-ve-kaybetti-demek-zugurt-tesellisi-52978/) gerçekleştirdi. Bu röportajdan bazı soruları ve bunlara İsmail Kara’nın verdiği cevapları alıntılayacağım. Böylece bu önemli röportajı kısmen de olsa alıntılayarak, böylesi konulara merak ve ilgi duyacakların nâçizâne haberdar edilmesine ve onları röportaj metninin tamamını okumaya yöneltmede mütevazı bir katkım olmasını amaçlamaktayım.

İlk soruyu sorarken ifadesi şöyle Gülsüm Ekinci’nin :
Röportaja dindarlar 28 Şubat travmasıyla nasıl baş etti, sorusuyla başlayacaktım fakat soruyu genelleştirmek daha doğru olacak. 28 Şubat travmasıyla milletçe nasıl baş ettik?” Bu soruya İsmail Kara’nın cevabı geniş olduğu için bazı cümlelerini aktaracağım. İlkini başlıkta ifade ettim; ikincisi ve onu izleyeni şöyle: Kulak çınlamasına, tansiyona hatta krize alışmak gibi bir şey bu. Ama o orada duruyor ve kendi başınıza kaldığınız zaman ciddi ciddi hissediyorsunuz, uykularınızı bölüyor. (…)
Eklemek lâzım 28 Şubat, dindarların bir kısmı dahil bazıları için fırsatlar da hazırladı, yükselme imkânları doğurdu. Onlar kısa bir zaman sonra rahat ve memnun hale geldiler. (…)


32. Gün belgeselinde Mehmet Ali Birand’ın 28 Şubat’ı, “Asker balans ayarı yapayım derken laik cumhuriyetin kabuğunu kırdı” sözleriyle yorumlamasına değinirken İsmail Kara şöyle diyor: “Mehmet Ali Birand’ın bildik yorumuna geçersek bu doğru değil, en azından daraltıcı bir yaklaşımı sergiliyor ve yetersiz. Kabuğu kırmak diye bir şey olduysa -ki bunun da doğru olmadığı bugün için daha rahat söylenebilir- bu tesadüfen yahut yanlışlıkla olmadı, programın bir parçası olarak ve bilerek yapıldı. İmzaları atanlar ne kadar iyi ve derinliğine biliyorlardı, ona bir şey diyemem ama programda var olduğunu düşünmek lazım. Askere en yakın gazetecilerden biri olarak Birand bunu iyi bilirdi. “


“Hedef dindarlar mıydı?” sorusuna İsmail Kara’nın cevabından şu düşünceler ve görüşler: “(…) Bence dindarlar yakın ve görünür konjonktürel hedefti, ilk haksızlıklara da onlar, onların çevreleri, kurumları, şirketleri uğradı, zaten çelimsiz olan din eğitimi baltalandı, ama esas mesele bütün darbelerde olduğu gibi Türkiye’ye müdahale etmekti. (…)
Ben temel meselemizi devletin bölünmüşlüğünde ve bunun zayıflayarak da olsa toplumsal kesimlere yansımasında görüyorum.  (…)
Siyasetçilerin, bürokrasinin, basının, patronların, hatta sendikaların, yüksek yargının da dahil olduğu daha geniş bir çerçeve ve sorumlular 28 Şubat’ı mümkün ve etkili kıldı. Dış mihrakları zikretmek ayrıca gerekmez herhalde…”

“Vasıflı ve imkânlı, katılıma ve değerlendirmeye açık bir dönem şahitliği”

 

Prof. Dr. İsmail Kara‘nın son çıkan kitabı, “DAĞ NE KADAR YÜCE OLSA Portreler 2” üzerine Mukadder Gemici, kendi ifadesiyle, (bu yeni) “kitabını bahane ederek Prof. Dr. İsmail Kara Hocamızın kapısını çaldık” diyor ve andığı “portrelerden yola çıkarak, portre yazarlığının inceliklerini, kitabın hikayesini sorduk” diye ekliyor. Gerçekleşen bu söyleşiden bazı sorular ve bunlara cevaplar bu yazıyı oluşturacak.

İlk sorusu, “Kitapta göze ve ruha tat veren bir Türkçe” olduğundan hareketle şöyle: “Edebî dil o kadar dikkat çekici ki insan düşünmeden edemiyor, acaba roman yazmayı hiç düşündünüz mü? (…)” İsmail Kara, bir hikâyeci olduğunu bildiği Mukadder Gemici’nin bu intibalarını güzel buluyor. Edebiyatçı olmadığını, “sadece deneme ve hatırat metni yazmayı önemseyerek seven, bunun da üslup dahil hakkını vermeye çalışan, bunun için bulursa zaman ayıran biri olduğunu söylüyor. (…) “Ama bu metinlerle yapmak istediğim esas itibariyle vasıflı ve imkânlı, katılıma ve değerlendirmeye açık bir dönem şâhitliğidir.” (…) Kendisini lise yıllarından beri ilmî metinlerin daha fazla cezbetmiş olduğunu ve o yıllardan kalma bazı mahrem kararlarla o tarafa yöneldiğini söylüyor. Şunu da belirtiyor: “Fakat işimi daha vasıflı yapabilmek için farklı yazma biçimlerinin önemini erken kavradım denebilir.” Ama bir itirafı var: “Mehmet Âkif’in Mısır yıllarını yazmak için “romancı olsaydım” dediğim olmuştur. (…)

Çok etkilendiğim bir gazete yazısı

 

Mustafa Kutlu, kitaplarını ve gazete yazılarını okuduğum nadir yazarlarımdan birisi. Bugünkü (3 Şubat 2021 tarihli) Yeni Şafak’ta çıkan “Akıntıya karşı yardım eli” başlıklı yazısı son günlerde en çok etkilendiğim bir yazı oldu. Baştan sona etkileyiciliği süren bir yazı. Ben olabildiğince az alıntılama yapmaya çalışarak, nâçizâne bu yazıyla (okuyan kaç kişi olursa olsun) Mustafa Kutlu’nun bu sıradışı yazısından iyi yazı meraklısı olanları haberdar etmek ve onlarla (ki yazıyı tamamen okumaya yöneleceklerini umarım) bu kıymetli yazının yansıttığı hassâsiyyeti paylaşmak istedim.

“Kadim dostum, kardeşim İsmail Kara’nın naklettiğine göre hadise şöyle cereyan ediyor: Karla karışık yağmurun İstanbul’u zaptettiği bir gün. (…) O yıllarda Sultanahmet-Beyazıt hattı henüz trafiğe açık, açık olmasına ya, o havada o sıkışıklıkta arabalar saatte ancak on metre gidebiliyor.

Bir eski Pleymouth veya Dodge, her neyse o koca taksilerden biri, tam da Çemberlitaş’ın dibinde arıza yapmış.

Yolu tıkadığı için vasıtalar habire korna çalıyor. (…) diyen el-kol işaretleri, şöför çaresiz, eli böğründe gelip geçenlerden yardım istiyor.