kemâl Posts

Sadreddin Konevî’nin (m.1210-1274) bir mektubundan…

 

M.13. yüzyılda yaşamış ve Muhyiddin İbn Arabî (m.1165-1240) ekolünden önde gelen bir mutasavvıf/sûfî olan Sadreddin Konevî’nin “Nefehâtü’l-İlâhiyye” isimli, Ekrem Demirli tarafından günümüz Türkçesine “İlahi Nefhalar” adıyla çevrilmiş eserinde (Kapı Yay., 1.Bas., 2015) yer vermiş olduğu bir mektubundan (s.263-264) alıntılar sunacağım.

“Şeyh Takiyüddin el-Havranî’ye(ra)… Selman’a selam olsun ve koruda yerleşenlere / Ve rikkat (incelik -a.a.-) olarak bu selamı hak edenlere de.
Hamd Allah’a mahsustur. Salat ve selam genel olarak seçmiş olduğu kullarının, özelde de efendimiz Hz. Muhammed’in (sav), O’nun ailesinin, ümmetinden seçkinlerinin, kardeş ve varislerinden kamillerin üzerine olsun. (…)

Şevk şiddetlenmiş, hasret artmış, Allah uğruna sevgi neşvünema bulup sabit olmuştur ve tükenmezdir. Biraraya gelme vesilelerini hazırlamasını Allah’tan talep ederiz. (…)

“Tasavvuf Geleneğinde Âlem Tasavvuru”

 

Ömer Türker‘in CİNS adlı aylık dergide(Şubat 2020, Sayı:53) çıkan yazısından alıntıların oluşturduğu, dolayısıyla başlığı da o yazının başlığı olarak alıntılanan bir yazı bu. Dilerim benim izleyerek okumayı ve yararlanmayı alışkanlık hâline getirdiğim değerli ve seçkin bir akademisyen ve düşünce adamı olan yazarın yazılarını buradan da olsa okuyup faydalanacaklar olabilir.

“Mutasavvıfların âlem tasavvuru, aslında İbnü’l-Arabî ile birlikte müstakil bir anlatıya kavuşmuştur. İbnü’l-Arabî öncesinde, mutasavvıfların sözlerinde Tanrı-insan ilişkisine yoğunlaşmış bir ilgi görülür. Bu sebeple önceki sûfîlerin âlem tasavvuru, dağınıktır, parçalıdır ve yaratılışın sistemli bir açıklamasına yönelik ilgiden yoksundur. (…) Gazzalî öncesi dönemde dinî düşünce geleneğinde felsefe geleneğiyle irtibatlı şekilde sistemli âlem tasavvuru oluşturma çabası, özellikle İsmailî kelâmcılarda veya filozoflarda -herhalde düşünürler demek daha doğru- görülür. İsmailî düşünürler, daha hicrî dördüncü yüzyılda Farabî metinlerinde görülen sudur teorisini, dinî nasları yorumlamak için kullanmışlar ve kelam geleneğinden oldukça farklı ama ana yapısı itibariyla vahdet-i vücutçu sûfîlerin görüşlerine benzeyen bir âlem tasavvuru geliştirmişlerdir. Fakat onların açıklamalarının, İbnü’l-Arabî öncesinin önde gelen tasavvuf metinlerini şekillendirici bir rol oynadığı görülmez. (…) Bütün bunlar, insanın Allah’a ulaşmasına odaklanmış bir düşüncenin, sistemli bir âlem açıklamasını -âlemi değil- değersiz gören tavrı olarak da okunabilir. Diğer deyişle sûfîler âlemin varlığını kavramak ile düzenini kavramak arasında belirgin bir ayrım yapmış ve birinciyi tercih etmişlerdir.

İbnü’l-Arabî’nin asıl meselesinin âlemin varlık bakımından açıklamasını yapmak olduğu dikkate alınırsa, onun tasavvufun yönünü değiştirmekten ziyade ilgilerini genişlettiğini söylemek daha isabetlidir. Fakat ilgi genişliği, teori değişimiyle desteklenince kökten bir dönüşüme zemin oluşturmuştur. Bu dönüşüm, bir önceki yazıda dile getirilen metafizik yorumları içermesinin yanı sıra özgün bir âlem tasavvuru geliştirilmesini de içermektedir. Söz konusu âlem tasavvurunu şöyle özetleyebiliriz:
İbnü’l-Arabî sudur teorisini tevarüs etti. Bu tevarüs, kelam geleneği ile tasavvuf geleneği arasındaki icmayı (birlik olma -a.a.-) bozarak tasavvuf metafiziğini meşşâî metafizikle ortak bir paydada buluşturdu. Buna göre âlem, (…) ilâhî zâtın ilk mertebesinden diğer mertebelerin sırasıyla taşması veya çıkmasıyla var olur. (…)
Tasavvufta varlık şeması üçlü, yedili veya daha fazla sistemle anlatılabilir. Burada ayrıntıya girmemek için üçlü şemayı dikkate alabiliriz.

Fusûsu’l Hikem’den sâbit hakîkatler, isti’dâdlar, kader ve kaza üzerine alıntılar

 

Muhyiddin İbnu’l Arabî‘nin (d.1165 Endülüs, Mürsiye – v.1240 Şam, Dımaşk) Fusûsu’l-Hikem adlı eserinin Ahmed Avni Konuk(d.1868 İstanbul, v.1938 aynı şehir) tarafından harf inkılabı öncesinde (1915-1928) Arapçadan Osmanlı Türkçesine tercümesi ve şerhi yapılmış; 1987’de Mustafa Tahralı ve Selçuk Eraydın(d.1937 Balıkesir- v.1995 İstanbul) tarafından latinize olarak günümüz Türkçesinde ilk cildi hazırlanıp yayınlanmış olan bu eserin diğer üç cildinin yayınlanması işi de 1992’de tamamlanmıştır. Benim alıntılar sunacağım ciltler 2017’de 7. Baskısı yapılmış olanlardır. “Alıntılar” diyorum ama tıpatıp alıntı değil bunlar; okunması ve anlaşılması daha kolay olsun diye, aslına anlam bakımından sâdık kalmak kaygısıyla, bir şekilde (kelime karşılıkları verilerek, daha da sadeleştirilerek) ifade edilmiş, böylece orijinal metin aynen aktarılmış olmamaktadır.

“Senin ayn-ı sâbiten (sâbit hakikatin) saadet ve kemâli gerektirip Hakk’a, hâl diliyle ‘benim üzerime saadet ve kemâl ile hükm eyle’ demiş ve dolayısıyla dış varlıkda yani bu dünyada o ezelî hükmün eseri sende saadet ve kemâl sûretinde görünür olmuş ise, bundan dolayı ancak nefsini öv; çünkü hüküm senindir. Ve eğer sâbit hakikatin eşkiyalığı, haydutluğu ve noksanı gerektirip, Hakk’a bu hükmü verdiği için, bu âlemde sen şekâvet ve noksan üzere isen, bundan dolayı da nefsini kına, çünkü hüküm yine senindir. Hidâyet ve dalâlet, hayr ve şer ve her şey, varlığı feyzlendirme i’tibariyle elbette ki Hakk’ındır. Yoksa sâbit hakikatler, Hakk’a ne hüküm vermiş ve Haktan kendileri için ne istemiş iseler, o zuhûr ettiği için bunların cümlesi hakikatlerdendir. Dolayısıyla eğer zulüm vakı’ olursa halkdandır, Hak’dan değildir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur (meâlen) : ‘Biz sana anlatdığımız şeyleri (En’am, 6/146) Yahudilere daha evvel haram kılmışdık. (Bununla) biz onlara zulmetmemişdik. Fakat onlar kendilerine zulm etmiş oluyorlardı.’ (Nahl, 16/118) (Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi-II, s. 69)

Biri bir kitaptan, diğeri bir gazete yazısından iki alıntı

 

Muhyiddin İbn Arabî‘nin eseri Fusûsu’l-Hikemin Ahmed Avni Konuk tarafından yapılan tercüme ve şerhinin latinize olarak Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve Dr. Selçuk Eraydın’ın yayına hazırlamış oldukları dört cildinden “Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-I (7. baskı, M.Ü.İ.F.V.Y., İstanbul, 2017) s.94’den, daha da kolay anlaşılması için bazı kelimelerin bilinen karşılıkları verilerek yapılan alıntı:

“Bilinsin ki salât Allah tarafından rahmet, melekler tarafından istiğfar, ve kul tarafından duâ ve huzû’dur(tevazu’, alçak gönüllülük). İlâhî rahmet her şeyin isti’dâdı ve talebi hasebiyle o şeye ilişir. Dolayısıyla rahmet, âsîler ve günahkârlar üzerine Hak tarafından afv ve mağfiret ile tecellîdir. Ve afv ve mağfiretten sonra kul cennetle nimet ve varlık içinde olur. İtaatkâr ve sâlih olanlar üzerine cennet ve rızâ ve likâ (kavuşma, görme) haktır ki, bunlar da gözler görmedik, kulaklar işitmedik ve beşer kalbine hatıra gelmedik ilâhî nimetlerdir.

Meraklısının çok az olduğunu sandığım iyi yazıların ikisinden alıntılar

 

“İnsanlar sanki ikiye bölünmüş, bir kısım insan durmadan birilerini övüyor, diğer bir kısmı durmadan birilerini yeriyor. Ya da belki öyle değil; insanlar ikiye bölünmemiş tek kısım tekmili birden bazen birini övüyor, bazen yeriyor. Adeta birinci tekil şahsı olmayan bir dünya bu! (…) Ve burada, kibrini bile bayıldığı ve hiç hazzetmediği şeyler, kişiler, tezler üzerinden geliştiren, egosunu kendini hiç meselenin içine katmadan şişirebilen bir hava-cıva kalabalığı halinde oradan buraya, buradan şuraya akıp giderek yaşanıyor hayat.