mârifet Posts

“Tasavvuf Geleneğinin Gücü ve Sınırları”

 

Prof. Dr. Ömer Türker‘in aylık CİNS adlı derginin her sayısında “İslâm Düşüncesi ve Çağdaş Sorunlar” üst başlığı altında bir yazısı çıkıyor. Söz konusu derginin Mart 2020 sayısında çıkan yazısının başlığını, içeriği sadece o yazıdan yaptığım bazı alıntılamalardan oluşacak bu yazının da başlığı olarak alıntıladım.

“Tasavvuf geleneği tarih boyunca iki alanda iddialı olmuştur. Birincisi dindarlık, ikincisi de marifettir. Tasavvufun temel iddiası, dindarlık ve marifetin karşılıklı bir ilişkiye sahip olduğudur. Buna göre dindarlık, insan zihninde marifetin meydana gelmesine vesile olurken, marifet de dindarlığının derinleşmesini ve anlam değiştirerek mecazdan hakikate evrilmesini sağlar. Burada dindarlıktan kasıt, Hz.Peygamber’de (s.a.v.) tahakkuk ettiği hâliyle inanç ve davranış arasındaki örtüşmedir. (…) Mesela genel olarak insanın kalbinden geçenlerden sorumlu olmadığına dair bir kabul vardır. Halbuki bu kabul, kalbini kontrol edemeyen insanlar için bir ruhsattan ibarettir. Daha derinden bir dindarlık kişinin kalbini kontrol etmesiyle mümkündür. (…)”

“Böylesi bir değişim ve derinleşme, bir açıdan bakıldığında tasavvufun en güçlü yönüdür. Zira sûfîler, tarih boyunca tanımı gereği dinî olmakla nitelenen bir düşünce ve davranış bütünlüğü peşinde olmuştur. Bu durum daima sûfîlerin Müslüman cemaat nezdinde saygın bir konumda bulunmasını, sözlerinin tesirli olmasını, ‘velayet’ (velîlik /Tanrı dostluğu -a.a.-) mertebesini ihraz eden (kazanan -a.a.-) zümre olarak değerlendirilmesini desteklemiştir. Bu bağlamda mutasavvıfların zümre olarak en güçlü yanını oluşturan şey, Allah’a daha yakın olduklarına dair yaygın iyimser kanaattir. Muhtemelen İslâm tarihinde böylesi bir iyimser kanaatin yegâne sistemli muhalifi Mutezile idi. (…) Dolayısıyla Mutezilenin dindarlık tanımı, sûfîler veya başka bir zümrenin velayette ayrıcalıklı görülmesine elverişli değildir. Diğer yandan söz konusu değişim ve derinleşme, tarih boyunca sûfîlerin hem kendi içinde ihtilafa düştüğü hem de kelâm ve fıkıh geleneğine mensup bir kısım âlimlerin eleştirilerine maruz kaldığı yönünü oluşturur. (…) Öz-kabuk tartışmasının belki daha çetin bir sürümü, sûfîler ile fakihler (Fıkıh âlimleri -a.a.-) arasında yaşanmıştır. (…) Tasavvuf geleneğinin görünen yüzüne, kelam ve fıkıh geleneğinin ortak kabulü olan dindarlık fiilleri damgasını vurmuştur. (…)

“Tasavvuf Geleneğinin İnsan Tasavvuru”

 

CİNS adlı aylık derginin Aralık 2019 sayısında Ömer Türker‘in “Tasavvuf Geleneği:” üst başlıklı yazılarından biri, “Tasavvuf Geleneğinin İnsan Tasavvuru” başlığıyla çıktı. Bu yazının birkaç yerinden alıntılar sunacağım.

“İslâm düşünce tarihinde hakikat araştırması yapan ve hakikatin ne olduğu ve nasıl bilineceğine dair iddialı olan gruplardan biri de mutasavvıflardır. Dolayısıyla tasavvuf da kelâm ve felsefenin yanı sıra var oluşa ilişkin küllî araştırma yapan bir disiplin olarak temayüz eder. (…)

Bütün dînî düşünce geleneği Hz. Peygamber’de dile gelen ilâhî hakikatle nasıl irtibat kurulacağı ve bu hakikatin nasıl anlaşılıp bir yaşam formu hâline dönüştürüleceği sorularına cevap olarak ortaya çıkmıştır. (…) Fıkıh amelî hayatla, kelâm ise nazarî hayatla ilişkilidir. Diğer deyişle, kelâm düşüncenin inşâsını, fıkıh ise hayatın inşasını amaçlar. Her iki disiplin de istidlâl yöntemini kullanır; akıl yürütme formları ve yorum araçlarının görünüşteki farklılıkları, yöntemin kendisinden ziyade, yöntemin uygulandığı konulardan kaynaklanır.

Seçkin bir yazıdan alıntılar

 

Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç‘ın 29 Nİsan 2018 tarihli Yeni Şafak gazetesinde çıkmış “Anadolu erenlerini bir bir kaybederken…” başlıklı yazısının birkaç yerinden alıntılar:

Yoğun siyasi gündemimizle meşgul olduğumuz şu günlerde bir Allah dostu daha sessizce aramızdan göçüp gitti. Biz seçimlerle, partilerle, tüzüklerle, yönetmeliklerle ülkemize huzur getirmeye uğraşırken onlar, kaliteli bir toplum için öncelikle kaliteli insan inşa edilmesinin gerekliliğinden bahsettiler. Her şeyden evvel “Kendini bil” eğitiminden geçmeden ne ferdi ve ne de içtimai bir yükselme olamaz tezini savundular. Yaşanılan süreçler de hep onları haklı çıkardı.

(…)

Bir taraftan bin yıllık gerek devlet ve gerek kültür Geleneğimizi deviren bir “Devrimcilik”, eşit kurucu unsur olarak halkların kardeşliğinden uzak kaba bir “Ulusçuluk”, popülizm ve avâmileştirme aracı olmaktan öteye geçemeyen bir “Halkçılık” ve emperyal vizyondan çok uzak bir “Devletçilik”, diğer taraftan ham softaların irfansız dindarlığı memleket insanımızın kalitesini bozdu, seviyesini çok aşağılara indirdi. Neticede fâzılların, kâmillerin, idealistlerin, bilgelerin, mütevazilerin dışlandığı ama bunlar yerine hırsızların, soytarıların, menfaatperestlerin önünün açıldığı bir toplum haline geldik. Böylesi yapıdan yüksek kültür çıkmasını beklemek sırtlandan aslan yavrusu doğmasını beklemek kadar muhal bir durumdur.

(…) Batıni ilimler Zahiri ilimlerde ortaya konanın ruhunu ve maksadını veren ilimdir. Bu açıdan gerçek kamiller hep çift kanatlı yani hem Şeriat ve hem Tarikat üstadı olan kimselerdir. Hüsameddin Ef. ve evladları bunun bariz mümessilleridir. Yüze yakın halifesi olduğu rivayet edilir ki tarikatı bir ağacın dalları gibi bu zatlardan ilerlemiştir. Bir rivayete göre Sultan III. Murad da bendeleri arasındadır. Kendisinin Uşşâk’tan İstanbul’a, Kasımpaşa’ya gelmesini taleb eden de bizzat sultanın kendisidir. İşte bu ulu çınarın dallarından bir tanesi de günümüze doğru Saruhanlı Abdurrahman Sami Ef. ve onun halifesi Kulalı Hacı Bekir Visali efendiler üzerinden filiz sürer. Abdurrahman Sami Ef.’nin pek çok eseri vardır. Kadim Kimya ile de uğraşır. Bekir Ef. ise Ayetler ve Hadislerin Ledünni manaları üzerine sohbetler eder. Fusus’u şerheder. Bir dergahı yoktur. (…) Onun sohbet halkasında bulunanlar arasında Kulalı Mehmed Ruhi Efendi, Seyyid Kazım Efendi, Havranlı Rıdvan Ef. ve geçen hafta içerisinde 94 yaşında kaybettiğimiz Balıkesirli Sıddık Naci Efendiler bulunmaktadır. Ben Sıddık Naci Ef.’yi yaklaşık 30 yıl evvel tanıdım. Kah umuma açık sohbetlerinde, kah başbaşa hususi sohbetlerimizde kendisinden Hz. Peygamber efendimizin maneviyatını, ehl-i beyt ve evlâd-ı resule muhabbetin ne demek olduğunu, Hz. Hüseyin efendimizin faziletini, Yezidlik karakterinin aslının tıpkı şeytanın hasleti gibi kıskanma ve çekememezlik üzerine bina edildiğini dinledim. Şeyhu’l-ekber Muhyiddin İbn Arabi’nin tasavvuf ilmindeki mümtaz yerini ondan öğrendim.(…)

(…) İşte bu ocaklar ümmi bir zatı 24 tane eser yazan hale getiren ocaklardır. İzmir’de Eşref Ef., Havran’da Rıdvan Ef., İnegölde Mehmed Ef., Çorum’da İpek Ef., Kiraz’da Talib Ef., Nazilli’de Bilal Ef., İstanbul’da Süleyman Çelebi Ef. ve ardından halifesi Ahmed Yüksel Özemre efendiler ve şimdi de Sıddık Nâci Ef. şu son 10 – 20 yıl içerisinde peş peşe kaybettiğimiz Uşşâkî mürşidleri idiler. Burada saydığım bütün bu zatlarla birebir tanışma, sohbet etme imkanım olduğu için kendimi şanslı addediyorum. Geleneğin son ustalarını tanıma fırsatını bana verdiği için Rabbime hamdediyorum.

(…) Hamdolsun ki âlemin sahibi var, yolların sahibi var. “Tâc marifet tâcıdır sanma gayrı tâc ola. Taklid ile tok olan Hakikatte aç ola” diyen erenlerimiz var. Yolların hakikati bâtından yürür, vesselam.

https://www.yenisafak.com/yazarlar/mahmuderolkilic/anadolu-erenlerini-bir-bir-kaybederken-2045453

İlim türleri, bunların kaynakları ve tâlipleri ile varlık türleri ve bunların özellikleri hakkında

 

Müellifi(author) Muhyiddin İbn Arabî (1165-1240) olan, Ahmed Avni Konuk (1868-1938) tarafından Arapça’dan Harf İnkılabı öncesi Türkçeye tercüme edilen, 1991 yılında da Mustafa Tahralı tarafından bahsedilen İnkılap(1929) sonrası latin harfleriyle temâyüz eden Türkçe ile “Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi” adıyla yayına hazırlanan eserin (orijinal adı: İnsan Memleketinin Islâhı Hakkında İlahî Tedbirler) 2013 yılındaki 6. Baskısının s.354-362 arası bölümden, başlıkta ifadesine çalıştığım konularda alıntılar sunacağım. Bunlar kitaptan ‘olduğu gibi’ alıntılar olmayıp kolay okunması ve sözlüğe bakma gereği olmadan ma’nânın anlaşılması gözetilerek; kelime anlamları verilmek, yer yer de kelime karşılıkları kullanılmak suretiyle yapılan aktarımlardır.

Fusûsu’l- Hikem’den “tenzîh” ve “teşbîh”e dair bilgi

 

Fusûsu’l-Hikem Tercüme Ve Şerhi-I adlı eserin (Müellifi: Muhyiddin İbnu’l-Arabî, Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk, Hazırlayanlar: Prof Dr. Mustafa Tahralı- Dr. Selçuk Eraydın, MÜİFVY, 7. Baskı, 2017) Nuh Fassı bölümünde tenzîh ve teşbihe dair bilgi bulunmakta. Buradan bir yere kadar alıntılama yapacağım. İfadelerde geçen bazı kelimeler ve kavramların günümüzdeki karşılıklarını ayrıca vereceğim.