“Tasavvufun Altın Çağı Konevî Ve Takipçileri”

 

Ekrem Demirli’nin bu kitabından (Sufi Kitap 1. Baskı: Mayıs 2015) yer yer yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Yaklaşık bir asrı geçen akademik araştırmalar henüz İslâm’ın içtimaî, siyasî ve en önemlisi entelektüel tarihi hakkında kabul edilebilir bir tasnif ortaya koyabilmiş değil! Ne Müslüman bilim adamları, ne bilimsel araştırmalarda onların öncüleri olan oryantalistler (Arap-Fars Dili ve Edebiyatı ile ilgili akademisyenler ve düşünürler -a.a.-) İslâm’ın entelektüel mirası hakkında geçerli bir perspektif ortaya koyamadı. Pek çok sebep akla gelse bile, bizce en önemlisi, geniş bir özel-tikel ilimler alanına yayılmış İslâm bilimleri üzerindeki araştırmaların nihai hüküm vermeyi meşru kılacak bir düzeye ulaşmamış olmasıdır. (…) Ancak mazereti büyük bir soruna dönüştüren ise bu ‘malul’ ve ‘mazur’ hükmün yapılabilecek çalışmaların gidişatını belirleyecek şekilde dogmatik bir üslupla tarihleri tasnif etmesidir. Bu tasnif, İslâm bilimlerinin gelişim süreçlerini erken bir tarihten itibaren durağanlaştırıp bilhassa Gazzâlî’den sonra gerileme ve çöküş devirleri olarak yorumlama eğiliminde kendini gösterir. (…)

Bu dogmatik yaklaşım için XIII. asır-veya bir öncesi ve sonrası- bir durağanlık ve hatta gerileme çağıdır. (…) Bu çağda İslam düşüncesinin gidişatını önemli ölçüde belirleyen pek çok kitap yazılmış, önemli gelenekler oluşmuş, bilim geniş kesimlere yayılmış, bir yandan medreseler öte yandan tarikatlarla birlikte dinî düşünce hem yaygınlaşmış hem yeni kavramlar ve üsluplar kazanmıştır. (…)

Bu yönüyle İbnü’l-Arabî’nin kendi devrini de içine alacak şekilde İslâm’ın devirlerine şahitliği önemli bir bakış açısı sunabilir. İbnü’l-Arabî kendi devrini teşkil eden XIII. asır için ‘İslâm marifetinin kemâle erdiği devirdir’ der. O’nun tarih anlayışı, ‘Varlıkta tekrar yoktur’ ve ‘Her şey yeniden yaratılır’ ilkelerine dayanan bir varlık anlayışının neticesidir. Buradan hareketle tarih anlayışını geliştirirken ‘zamanın ruhu’ veya ‘asrın ruhu’ diyebileceğimiz bir kavramla yüzyılları ve bu devirlerde ortaya çıkan ürünleri yorumlar. (…) bu aşamada söyleyebileceğimiz husus, bu devrin yani XIII. asır ile XII ve XIV. asırların marifette altın devir olmasıdır. (…) Her halükarda söyledikleri husus, İslâm’ın bu devresinin bir marifet, olgunluk / kemâl dönemi olmasıdır. Bu asırlar İbnü’l-Arabî, Sadreddin Konevî, Ebherî, Fergânî, Cendî, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî gibi pek çok âlim ve düşünürün yetiştiği asırlardır. (…)

Anadolu’daki düşünce hayatının en önemli ve etkili ismi, hiç kuşkusuz, Fütûhât ve Fusûs gibi kitapların yazarı olan İbnü’l-Arabî’dir. Sadece bu kitaplarıyla değil, aynı zamanda bunlar üzerine yazılmış olan pek çok şerh ve benzeri çalışmayla XIII. asrı sonraki dönemler için bir referans devrine dönüştürebilmiştir. (…) İbnü’l-Arabî 560 / 1165 tarihinde Endülüs’ün güneydoğusunda Mürsiye’de doğmuştur. Sekiz yaşına gelinceye kadar doğduğu şehirde kalmış, ardından Endülüs’ün başşehri İşbiliye’ye (Sevilla) göçmüş, yaklaşık otuz yaşına kadar çeşitli yerleri gezmiş olsa bile Endülüs’te kalmıştı. Otuz yaşından sonra Kuzey Afrika üzerinden tam bir ilim seyahati şeklinde gerçekleşen bir yolculukla Doğu İslâm dünyasına göçmüştü. Hayatının önemli bir kısmını Mekke, Şam, Malatya, Halep, Konya gibi şehirlerde geçirmiş ve 1238 yılında Şam’da vefat etmiştir.

İbnü’l-Arabî XIII. asır ve sonrasında Anadolu’daki düşünce hayatında en fazla etkili olmuş düşünürdür. Eserleri arasında hiç kuşkusuz en önemli iki eseri Fusûsu’l-Hikem ile Fütûhât-ı Mekkiyye’dir. İbnü’l-Arabî’nin temel düşüncesi vahiy, akıl ve tasavvufi tecrübeden yararlanarak Tanrı ile âlem arasındaki ilişkiyi açıklamaktır. (…) O’na göre insanın arayışındaki temel saik (sevk edici) kemâle erme talebidir. İnsan için kemâl kendini bilmekle gerçekleşir. (…) Bilinmesi gereken ilk şey, Tanrı’nın varlığının her insan tarafından kabul edilen zorunlu bir hakikat olduğudur. Tanrı’nın varlığı kanıtlanması gereken bir şey değildir. (…) İnsanın yapması gereken şey, var olan Tanrı’nn kendi isimleri ve sıfatları hakkında verdiği bilgileri takip etmektir. (…) Tasavvufî tecrübe, insanın ilâhî sıfatlar ve ahlâka göre yaşayarak, kendi nefsi ve Allah hakkında Bilgi elde etmesinden ibârettir. (…) İbnü’l- Arabî’nin düşünceleri arasında en çok vahdet-i vücûd (varlığın birliği) bilinmiştir. (…)”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked